İş yaşamı

YAPMAK İSTEDİKLERİMİZ VE YAPABİLDİKLERİMİZ

Yazan: Kutluk Armaoğlu – Haziran 2015

Aşağıdaki yazı Timothy Gallwey ‘in “The Inner Game of Work” adlı kitabının “From Conformity to Mobility” bahsinden (ss 107 – 140) alıntılanarak ve esinlenilerek yazılmıştır.

Her birimiz yaşadığımız toplumun bir parçasıyız. Düşüncelerimiz ve davranışlarımız yaşadığımız bu toplumdan, onun değer yargılarından etkilenmektedir, bu kaçınılmazdır ve genellikle bu bir baskı şeklindedir. Yıllar içerisinde oluşmuş normlar ve tarifler bizi belirli kalıplara sokar. Toplumun üzerimizdeki baskısını algılayıp ona göre davranışlarımızı belirleriz.

Peki, bu belirlediğimiz davranışlarımızla hakikaten biz miyiz? Bu kalıplar bizim bağımsız bir şekilde düşünmemizi sağlıyor mu? Yaşadığımız toplum ve grupların içerisinde grup gibi düşünmemeyi ve davranmamayı ne kadar seçebiliyoruz? Her birimizin içerisinde yanan bir “ateş” var ve bu ateş toplum tarafından bize dayatılan “form”larla devamlı bir savaş halinde. Şayet “form”a içimizdeki yanan ateşten daha fazla öncelik verdiğimiz bir gerçeklikte yaşıyorsak, Gallwey buna “conformity” yani “uyum/uygunluk” durumu adını veriyor.

Bu uyumun genellikle olumlu yanları da var. Fazla risk almıyorsunuz, topluma ayak uyduruyorsunuz, başkaları gibi görünüyor, onlar gibi düşünüyor ve onlar gibi davranıyorsunuz, böylece de sosyal olarak kabul görüyorsunuz. Yüzeysel durumlar için bunun pek fazla zararı yok; ancak insanlar hayatlarını dışarıdan gelen bu seslere kulak vererek yaşamaya başladıkları ve içlerinden gelen sesleri dinlemeyi bıraktıkları zaman, çok değerli bir şeyi de kaybetmiş oluyorlar. Bu değerli şey ise kendimiziz. Uyumlu olduğumuz zaman, kendimizi her ne kadar “hür” olarak hissetmiyorsak da içimizde yanan o ateş, bize canlı olduğumuzu ve içimizde “kendimiz” olduğunu her zaman hatırlatıyor.

Çevremizdeki pek çok şey; gazeteler, mecmualar, televizyon, radyo, vs bize nasıl davranmamız ve nasıl düşünmemiz gerektiğini her gün sürekli olarak hatırlatıyor, ama bu kalıplar hakikaten bizim en iyi çıkarımıza mı? Bunları uygulamadığımız zaman toplum dışına mı itiliyoruz? Bu form ve normlara uymamız hakikaten ne kadar doğru? Bunları uygulamazsak, başarısız olmuş mu sayılacağız? Dışarıdan gelen sesler ne kadar güçlü? İçimizdeki ateş ne diyor? Ne kadar zayıf?

Gallwey’in tarifine göre insanlarda iki benlik var: Birinci benlik, kafamızın arkasında devamlı bize dırdır eden, bizde şüphe uyandıran, bize korku salan benlik. Bu benlik sonradan icat ettiğimiz bir benlik. İkinci benlik ise; bizim doğuştan var olduğumuz benlik, yani kendimizi yarattığımız benlik. İşte bu ikinci benlik aslında hayattan ve yaşamdan zevk alan tarafımız. Bu benlik sayesinde, iyi yemek yemekten, gezmekten, sevmekten, başkalarına saygı duymaktan, güzel bir manzaranın tadını çıkarmaktan hoşlanıyoruz. Bu benlik bize bütünlük ve hür olma değer ve duygusunu aşılıyor. İşte bu benlik sayesinde ve onun çıkardığı sesleri dinleyerek, toplumun bize dayatmaları ve içimizdeki ateşin talepleri arasındaki savaşı kendi lehimize çevirebiliriz.

Yukarıdaki aynı form ve dayatmalar, iş hayatımızda da mevcut. Gallwey iş’i “İkinci benliğimizin içsel isteklerini tatmin ederek, performans, öğrenme ve keyif alma” olarak tarif ediyor. Bu da bize iş hayatımızda hürriyeti getiriyor. İş hayatında “hürriyet” patronlarımızın, şirketlerimizin veya müşterilerimizin bize yükledikleri sorumluluktan kurtulma hürriyeti değil. Bu hürriyet; kendi seçimlerimiz, değerlerimiz ve sorunlarımız ile senkronize olmuş, tamamen kendimize karşı sorumlu olduğumuz bir iş seçmemiz anlamına geliyor.

Diğer bir deyişle yukarıdaki iş tarifine uygun bir işte çalışıyorsak, bu bize “hür” olarak çalışmaya doğru büyük bir adım atmış olduğumuzu söylüyor.

Peki kaçımız hakikaten bu şekilde çalışıyoruz? Kaçımız toplumun bize dayatmalarına ve formlarına karşı çıkabiliyoruz? Sadece para kazanmak için mi çalışıyoruz? Bu bize ne getirecek? Daha iyi bir tatil mi? Yeni bir araba mı? Yeni bir ev mi? Sabah saat 9 akşam 5 işe git – eve gel rutini mi?

Geçen gün CEO’luk yapmış fakat şu anda tamamen “hür” olarak sevdiği ve hayattan keyif aldığı bir şekilde yaşayan bir arkadaşımla konuşuyordum. Bana “CEO iken işe mutlaka kravatlı gitmem gerekiyordu, istediğimde basit bir lokantaya gidemiyordum, dostlarımla belli yerlerde öğle yemeği yemem gerekiyordu, yemekte 350 TL’lik şarap açtırıyorduk, o çevrenin belli kuralları vardı ve ben onların dışına çıkamıyordum” dedi. Şimdi ise, istifa etmiş istediği gibi bir hayat yaşıyor.

Tabiyatıyla hepimizi bu kadar şanslı değiliz. Çoğumuz ailemiz rahat etsin, ileride rahat bir hayatımız olsun umuduyla, uzun yıllar çalışıp durmak mecburiyetindeyiz. Ama yine de yukarıdaki iş tarifine göre çalışamazmıyız? Acaba bunun için ne yapmamız gerekiyor? Bunu yapabilecek kadar şanslı olabilirmiyiz? İşimizde hem öğrenip, hem keyif alıp hem de performans gösteremezmiyiz? Bunun için nasıl olmamız lazım?

Burada da işte değerlerimiz devreye giriyor sanırım. Yaptığımız iş değerlerimizle ne kadar örtüşür, bize ne kadar keyif verirse, öğrenme ve performansımız da, bir o kadar artacaktır. Sonuç olarak, anlamlı ve iyi bir hayat yaşamamız gelip seçimlerimize dayanıyor. Neyi seçeceğiz? Niye seçeceğiz? Ben inanıyorum ki herkesin bir seçim hakkı var ve bu hakkı ne kadar kullandığımız bizim yaşam kalitemizi belirliyor ve sonunda bize mutlu ve huzurlu bir hayat sağlıyor.