Halkidiki

Haziran 2017

Geçen sene Sakız adasına gittiğimiz gruptaki bir arkadaşımız 10 yıl kadar Yunanistan’da görev yaptığı ve bu ülkeyi çok iyi tanıdığı için, onun önermesiyle Haziran 2017’de Yunanistan’ın Halkidiki bölgesine bir seyahat planladık. Seyahat organizasyonunu kış başında yapıp otel rezervasyonu vs. hepsini önceden ayarladık ki gayet iyi bir iş yaptık; zira mevsim ilerledikçe otel fiyatları da artmaya başladı. Bu geziyi 7 kişi iki araba ile gerçekleştirdik. Yol ile beraber toplam 9 gece 10 gün süren bir seyahat oldu.

Önce Halkidiki neresi ondan biraz bahsedeyim. Doğrusunu söylemek gerekirse arkadaşımız buradan bahsetmeden önce bu bölgenin adını dahi bilmiyordum. Halkidiki, Selanik şehrinin güneydoğusunda denize doğru uzanmış 3 tane yarımadadan oluşuyor. Bu yarımadalardan en batısındakinin adı Kasandra, ortadakinin Sitonia, en doğudakinin ise Athos. Bu sonuncusu enteresan ve çok özel bir yer, aşağıda detaylı olarak anlatacağım.

Bir Cumartesi sabahı arabayla İstanbul’dan yola makul bir zamanda çıktık ve Tekirdağ’da güzel bir öğle yemeğinden sonra saat 14:00 sularında İpsala’ya vardık. Araba ile seyahat ettiğimiz için triptik denilen yeşil kartı almanız gerekiyor. Bunu eskiden Turing Kulübü veriyordu – halâ da veriyor – ancak artık sigorta acentalarından da alabiliyorsunuz. Dolayısıyla sınırda vakit kaybetmemek için önceden sigorta acentamdan bu belgeyi aldım. 15 gün geçerli olan bu belge 52 Euro. Kasko sigorta normalde yurt dışını kapsamadığı için ilave emniyet olarak bir 15 günlük yurt dışı poliçesi de aldım ki o da 35 TL tuttu. Ehliyete gelince: eğer eski ehliyetiniz varsa Turing Kulubünden uluslararası ehliyet almanız gerekiyor ki bu da sanırım 300 TL kadar. Ancak yeni ehliyetiniz varsa buna gerek yok. O yüzden araba ile seyahat edeceklere önerim ehliyetlerini bir an önce değiştirmeleri.

Sınırda gerek Türk tarafında gerekse Yunan tarafında işlemler fazla uzun sürmüyor. – tabii ki yoğunluk yoksa. Sanırım bayram vs gibi tatillerde oldukça uzun sıra olacaktır.

İpsala’dan sonraki ilk durağımız Dedeağaç veya Yunanca ismiyle Alexandroupoli oldu.

Dedeağaç:

Burada bir gece kalmayı planlamıştık. Seçtiğimiz Otel Erika denize bakan gayet düzgün bir otel çıktı. Dedeağaç küçük ve derli toplu bir şehir. Bu arada her yerde Türkçe konuşan insanlar bulabiliyorsunuz. Menüler bile Türkçe. Yunan adaları da böyleydi, ancak daha batıya ve güneye gittikçe Türkçe konuşan insan sayısı azalıyor. Menüler de her yerde Türkçe olmayabiliyor. Biliyorsunuz Dedeağaç, Gümülcine vs. Batı Trakya oluyor ve burada yaşayan pek çok soydaşımız var. Bu bölge Yunanistan ile Türkiye arasında yıllardır tartışma konusu olan bir yer. Son zamanlarda Yunanistan’ın tavrı pozitif yönde biraz değişmişse de yine de tartışmalı bölge.

 

 Dedeağaç’ın deniz kenarı gezinti yolu

Otele yerleştikten sonra etrafı keşfe çıktık. Sahil boyu devam eden yol üzerinde kocaman bir deniz feneri var ve bu yol üzerinde pek çok kafe ve restoran bulunuyor. Akşam üzeri deniz kenarındaki kafelerden birinde soğuk biralarımızı aldıktan sonra, akşam yemeği için dinlenmeye çekildik.

Bu arada Dedeağaç’ta bir şey gözlemledik ki bu Yunanistan’da başka yerlerde de var. Dükkanlar öğleden sonra 16:00 dan sonra kapanıyor. Adamlar keyiflerine düşkün, ekonomik kriz var ama keyiflerinden de vazgeçmiyorlar.

Akşam yemeğini buraları daha önce gezmiş olan bir başka arkadaşımızın tavsiyesi üzerine Dedeağaç’ın 10 km batısında Makri bölgesinde bulunan Aya Yorgi isimli lokantada yedik (burada adını verdiğim tüm otel ve lokantalar hakkındaki yorumlarımı tripadvisor’dan okuyabilirsiniz). Buraya gitmeden önce otel resepsiyonundaki kızdan bize yer ayırtmasını rica ettik, o da “7 kişilik bir Türk grubu gelince size mutlaka yer bulurlar yer ayırtmaya gerek yok” dedi. Bu laf bana biraz enteresan geldi; lokantaya gidince hakikaten oteldeki kızın niye böyle dediği anlaşıldı.  Aya Yorgi deniz kıyısında güzel bir yerde. Oldukça büyük ve kendine ait bir plajı var. Sağlı sollu iki bölümden meydana geliyor. Gittiğimizde bir de gördük ki otopark 34 plakalı araba dolu. Meğerse bir Türk çiftinin düğünü varmış!

 

Aya Yorgi Tavernası ve sahili…

Neyse, kalabalık olmasına rağmen hakikaten bize güzel bir yer buldular. Teşrifatçı hanım ve garsonların çoğu Türkçe konuşuyor. Menü de Türkçe. Burada güzel bir akşam yemeği yedikten sonra şehre geri döndük. Cumartesi akşamı olduğu için mi böyleydi bilmiyorum ama şehirde her yer cıvıl cıvıl. Sokaklardaki bütün kafe ve lokantalar gençlerle dolu, her yerden müzk sesleri geliyor, kızlı erkekli eğleniyorlar 😊. Biz de biraz dolaşıp sağa sola takıldıktan sonra ertesi gün için otele geri döndük.

Gümülcine :

Sabah kahvaltısından sonra Selanik’e doğru yola çıktık. Yola çıkmadan önce Dedeağaç’tan arabalara benzin aldık. Ancak hata etmişiz. Depoyu İpsala’dan çıkmadan önce doldurmalıymışız zira Yunanistan da benzin Türkiye’den pahalı 1.49 Euro ki 6 TL’den fazla ediyor. Onun için tavsiyem Türkiye’de depoyu doldurmak.

Selanik’e giderken yolumuz üzerinde Gümülcine ve Kavala var ve her ikisini de ziyaret ettik. Yukarda dediğim gibi Gümülcine Türk nüfusunun yoğun olduğu bir bölge. İlk önce oraya uğradık. Arabaları çarşı içine müsait bir yere bıraktıktan sonra sokaklarda yürümeye başladık ve Pazar günü olmasına rağmen tesadüfen açık olan bir dükkanın sahibi Türk, aramızda olan ve 10 yıl burada görev yapan arkadaşımızı tanıdı. Onunla beraber başkaları da geldi ve bir müddet kendileriyle sohbet ettik. Tabii ki hepsi gayet güzel Türkçe konuşuyor. Bize anlattıklarına göre eskiden Yunan hükümeti Türklere o kadar baskı yapıyormuş ki evin damı aksa bir kiremit dahi değiştirilmesine müsaade etmiyorlamış, ancak ekonomik krizden sonra parası olan istediğini yaptırabiliyormuş, kimse karışmıyormuş. Görüldüğü gibi ekonomik durum devletlerin davranışlarına nasıl etki ediyor. Yani ekonomiyi sosyolojiden ayırmanın imkânı yok.

Sohbet ettiğimiz bu beyler bize Türk Gençlerbirliği Kulubünün bahçesinin açık olduğunu ve orada dinlenebileceğimizi söylediler. Biz de oraya gittik. Burası da enteresan bir yer, eskiden, yani ekonomik krizden önce bizimkiler tabelaya Türk kelimesini yazarlarmış, devlet tabelayı indirtirmiş, onlar gene yazarlarmış, bu inatlaşma sürüp gidermiş. Şimdi ise karıştıkları yokmuş.

Burası çınar ağaçlarının gölgesi altında kocaman bir bahçe. Soydaşlarımız oturmuşlar sohbet ediyorler. Biz oradayken bir köşede bir genç saz çalıp türkü söylüyordu bizden bir arkadaşımız da gidip kendilerine katıldı ve onlara eşlik etti, çok memnun oldular. Bu arada şunu da ilave edeyim. Yunanistan’da doğru dürüst Türk kahvesi içtiğimiz son yer burası oldu. Başka nerede içtiysek pek bir şeye benzemiyordu. Onun için Türk veya “Grek” kahvesi isterken bir düşünün derim.

 

Gümülcine sokakları ve Türk Gençlerbirliği Kahvesi….

Neyse buradaki tatlı anıları geride bırakarak Kavala’ya doğru yola çıktık.

Kavala:

Kavala yolunda sağlı sollu pek çok Türk köyünü görüyorsunuz. Türk oldukları köydeki camilerden belli. Ancak bu bölgeden sonra başka cami gördüğümüz söylenemez. Kavala deniz kıyısında yamaçlara yaslanmış küçük bir şehir. Burada öğle yemeğimizi yedik. Burada da menülerde Türkçe görebiliyorsunuz. Kavala’nın iki şeyi meşhur: Birincisi bir un kurabiyesi olan Kavala kurabiyesi diğeri de Kavalalı Mehmet Ali Paşa – ki Osmanlı’nın başına büyük bela olmuştur – ve onun yaptırdığı İmaret. Burası şu anda bir kısmı müze diğeri kısmı ise otel olarak kullanılmakta. İmaret oteli lüks bir mekân. Burada yemekten sonra oturup kahvelerimizi içitk. Kahve fena değildi.

 Kavala sokaklarından bir manzara

 Kavala

 

İmaret’in dışı ve içi

Kavala’yı da böylece gördükten sonra o günkü son durağımız olan Selanik’e doğru yola çıktık.

Selanik:

Evet, Ulu Önder Atatürk’ün doğum yeri olan bu şehir bizim için güzel anılarla dolu iki gece geçireceğimiz bir yer oldu. Burada yer ayırttığımız Hotel Astoria’dan memnun kaldık. Her şeyden önce yeri muhteşemdi. Öğleden sonra geç vakit ulaştığımız Selanik’te ilk olarak akşam yemeğini nerede yiyeceğiz diye araştırırken yine aynı arkadaşımızın tavsiye ettiği Taverna Palati’yi sorduk ve öğrendik ki otele 5 dakika yürüme mesafesinde olan ve tüm taverna ve barların olduğu Ladadika bölgesindeymiş. Bu yüzden otelin yeri muhteşem dedim. Ayrıca ana alışveriş caddesinin de üstünde. Bu sayede iki gece kaldığımız Selanik’te arabaları otoparktan hiç çıkarmadık.

 Selanik’in kordonu

 Selanik’ten bir meydan

Ladadika, dediğim gibi Selanik’in akşam eğlence merkezi. Buradaki tavernalarda herkes dışarda oturuyor ve bir kısmında da canlı müzik var fakat birbirlerine karışmıyorlar, ses seviyesi gayet medeni.      Tevarna Palati’de çok güzel bir akşam geçirdik. Yemekler muhteşem. Palati’de akşam sirtaki ile devam etti..

Bu arada yeri gelmişken biraz fiyatlardan bahsedeyim. Buralarda ve gittiğimiz diğer yerlerde fiyatlar Yunan adalarında geçmiş senelerde verdiğimiz fiyatlardan çok farklı. %50 civarında fazla. Yunan adaları fiyatına, sadece Sitonia’da öğle yemeği yediğimiz küçük bir kıyı köyünde rastladık. Onun haricinde düzgün bir yemek yerseniz adam başı ortalama 30 – 35 Euro. Anlaşılan biz Türkler “buraları ucuz ucuz” diye şımartmışız. Ama yine de porsiyonlar çok büyük ve bol. Onun için yine de uygun sayılır. Bizim Bodrum lokantalarındaki gibi çay tabağında meze getirmiyorlar.

Ertesi gün programımızda Atatürk’ün doğduğu evi ziyaret etmek var. Gruptaki arkadaşlarımızdan birisi emekli büyükelçi olduğu için Türk Konsolosluğunu daha önceden arayıp kendilerini ziyaret etmek istediğimizi bildirip randevu almıştı. Sabah iki taksiye binip Konsolosluğumuza gittik. Başkonsolos ve eşi genç pırıl pırıl insanlar. Sağolsunlar bize çok büyük nezaket ve misafirperverlik gösterip Ata’mızın doğduğu evi bizzat gezdirdirip izahat verdiler. Kendilerine müteşekkiriz.

Atatürk’ün evi Konsolosluğumuzun bahçesinin içinde. Restore edilmiş ancak bize geçene kadar birkaç el değiştirdiği için orijinal eşyalar yok. Koç Grubu renovasyona çok büyük yardım etmiş ve çok güzel bir eser meydana gelmiş.

 Ulu Önder Atatürk’ün doğduğu ev

 Atatürk’ün doğduğu evin bahçesinde Atamızın babası tarafından dikilen nar ağacı

Biraz da konsolosluğumuzun lokasyonundan bahsedeyim. Ön cephesi büyükçe bir caddeye bakıyor, diğer cepheleri dar sokaklara. Etrafa baktığım zaman çevredeki apartman manzaraları bana Kahire’yi hatırlattı. Zira çok eski ve yıpranmış binalar ve çok kötü durumdalar. Aslında genel olarak Yunanistan’ın bu bölgeleri pek zengin sayılmaz. Daha batı taraflarını görmediğim için (en son 25 sene önce Atina’ya kısa bir iş gezisi yapmıştım) diğer bölgeler hakkında bir şey diyemeyeceğim. Başkonsolosun anlattığına göre eskiden bu apartmanlardan konsolosluk bahçesine çöp, pislik, vs atıyorlarmış. Ancak önceki konsoloslardan bir tanesi gayet akkılıca bir iş yaparak Başpiskoposu konsolosluğa davet etmiş ve etrafı gezdirmiş. Ortodoks inancına göre başpiskoposun ayağının gittiği yerler kutsal sayıldığı için o geldikten sonra etraftan artık böyle çöp vs atılmaz olmuş! Bu Yunanlılar tuhaf yani. Ancak yine de bizim 29 Ekim, 10 Kasım gibi bayramlarda balkonlarına iç çamaşır, vs gibi çirkin şeyler asıp akıllarınca taciz ediyorlarmış. Unutmadan ilave edeyim konsolosluğun önünde kocaman ve içi dolu polis otobüsü duruyor ancak yine Başkonsolosumuzun söylediğine göre teröristler molotof falan attıkları zaman polisler toz oluyorlarmış. Koruma dediğin böyle olur!

Konsolsoluğun yan sokaklarından birisinde ise Türk dükkanları var. Burada da biraz oturup onlarla sohbet ettikten sonra Selanik’i keşif gezisine başladık.

Oldukça uzun bir yürüyüşten sonra  deniz kenarında “Beyaz Kule” denilen tarihi bir yapının yakınlarına geldik ve burada öğle yemeği için bir kafede mola verdik. Bu yazıyı yazdığım sırada internete düşen bir haber Osmanlı padişahlarından 2. Abdülhamid’in mirasından bahsediyordu ve saydıkları arasında Selanik’in yarısı ve bu “Beyaz Kule”de var. Bilseydik oradayken el koyardık 😊.

 Beyaz Kule

Öğle yemeğinden sonra herkes bir taraflara dağıldı biz de karımla beraber alışveriş caddesinde dolaşıp güzel bir meydanda bir kafede oturup soğuk birşeyler içtik. Selanik kocaman kordonu ve bu kordonda sıralanmış lokantaları ile biraz İzmir’e benziyor. Ama yine tekrar edeyim, saat 16:00 dan sonra pek çok dükkan kapanıyordu.

Akşam yine Ladadika ve bu sefer başka bir taverna: Full meze. Yemekten sonra ise kıyıda rıhtımda Kitchen Bar diye bir mekân var. Tavsiye edilir. İsterseniz yemek, isterseniz içki. Deniz kıyısı ve çok hoş bir yer. Şansımıza o gece mehtap karşıki tepelerin arkasından tabak gibi doğdu ve çok güzel bir manzara oldu.

Ertesi sabah üç gece kalacağımız üç yarmadanın en batısında olan Kassandra’da Kriopigi yakınlarında olan “Alexander The Great Beach Hotel” e doğru yola çıktık.

Kassandra:

Gideceğimiz otel Selanik’e yaklaşık bir buçuk saat mesafede. Olaysız bir yolculuktan sonra vardık. Burada üç gece kaldık. Burası lokasyon olarak iyi ancak tesis olark bence pek iyi değil. Yorumlarımı dediğim gibi tripadvisor’dan okuyabilirsiniz. Plajı son derece güzel ama o kadar. Biz genellikle sağa sola gittiğimiz için fazla takılmadık ama bir daha burada kalmam.

Burada toplam üç gece ve iki buçuk gün geçirdik. Vardığımız gün odalara yerleşmemiz otelin olağanüstü verimli! çalışması sonucunda ancak saat 16.00 dan sonra olabildi ve hemen plaja indik. Bu otelde her şey extra. Kahvaltıya indiğinde bir şişe su istersen 2.5 Euro yazıyorlar. Internet, şezlonglar hepsi paralı.

Yukarıda bahsettiğim gibi kilometrelerce uzanan kumsal bir plajı var. Denizin rengi çok güzel. Çocuklu aileler için biçilmiş kaftan, zira kumda oynayabilirler ve hiç tehlike yok. Ancak ufak bir problemi var. Burada denize girdikten sonra sıkı bir duşla üstünüzdeki deniz suyunu iyice yıkamanız gerekiyor aksi halde cildiniz yapış yapış oluyor. Denizde kirlenme mi var nedir anlayamadık. Başka yerlerde böyle bir şeye rastlamadık. İlk gün öğleden sonra bu plaja indik ve öğle yemeği yemediğimiz için pladaki “Beach Bar” da bir şeyler yiyelim dedik. Dedik ama burası da pahalı zira her yerde 5 Euro’ya yediğimiz club sandwich burada 12 €. Bu otelde genellikle Sırp ve Bulgarlar kalıyor. Bir tek Türk’e rastladık.

 

Alexander The Great otelinin plajı…

İlk akşam Kriopigi’de yine tavsiye üzerine Trizoni diye bir lokantaya gittik. Deniz kenarı değil yol üstünde ancak çok güzel yemekleri olan bir yer. Hepimiz olağanüstü yemekler yedik. Tavsiye edilir. Yediğimiz en güzel zeytin de oradaydı; mahalli bir pazardan alıyorlarmış..

Buradaki ikinci günümüzde otel plajının yan tarafında bulunan Agora adlı başka bir plaj/lokantada vakit geçirdik. Nedense deniz o tarafta daha temizdi. Ayrıca plajın bu tarafı “Stress Free” bölge yani küçük çocuklu ailelerin gelmediği bölge. Akşam ise Kriopigi’nin biraz kuzeyinde bulunan Afitos diye küçük bir köy ve orada bize tavsiye edilen Thea Thalassa adlı bir lokantaya gittik. Bu Afitos hakikaten çok değişik küçük fakat çok güzel bir köy. Denizden oldukça yüksek bir tepeye kurulmuş ve sokakları cıvıl cıvıl insanlarla çok güzel kafe, bar ve lokantalarla dolu. Thea Thallasa ise denize yukardan bakan oldukça meşhur bir yer. Allahtan gün içinde telefon edip yer ayırtmıştık yoksa yer bulamazdık. Burasının iki bölümü var. Bir tanesi yol üstünde denizi daha iyi görüyor, diğeri ise yolun öte tarafında teras gibi bir yer. Bizi önce yol kenarında bir masaya oturttular. Ancak ilerleyen saatlerde sıkı bir yağmur geleceği anlaşıldı ve garson bize terasa kapalı mekâna geçmemizi önerdi ve böylece ıslanmaktan kurtulduk zira bayağı kuvvetli bir yağmur gelip geçti. Burası iyi güzel hoş ama pazarlığa yanaşmıyorlar. Güzel büyük bir balık istedik ama hiç pazarlık yapmadılar biz de ne yapalım kabul ettik.

 Afitos’ta gece hayatı

 Thea Thallasa

Ertesi gün çevreyi gezmek amacıyla otelden çıkıp yarımadanın güneyine doğru gidelim dedik. Amacımız denize girebileceğimiz plajı olan, lüks olmayan, salaş fakat temiz bir lokantası olan bir yer bulmak. Yolda önce Polychrono diye bir kasabada durduk ve deniz kenarında bir yerde kahve içtik. Bu Polychrono bana eski Erdek’i hatırlattı. Deniz kıyısı çok dar bir plaj ve insanlar üstüste, pek iç açıcı bir yer değil. Güneye doğru yola devam ettik ve yolda birkaç tane “beach club” a rastladık fakat bunlar yine insanları sardalya kutusuna dizilen balıklar gibi yan yana şezlonglarda oturtan, yüksek volümlü müzik çalınan standart yerler olduğu için bizim isteklerimizi karşılamıyordu. Bir tane yer bulduk orası da pek temiz değildi. Bu yüzden biz de yarımadanın batı tarafına geçelim dedik ve o tarafta Nea Skioni diye küçük bir köyde istediğimiz gibi bir yer bulduk. Burası plajı ve lokantası olan mütevazi bir oteldi.  Denize girdik ve çok güzel bir yemek yedik, epeyce vakit geçirip yine dağ yollarından dolaşa dolaşa otelimize döndük.

 Nea Skioni’deki plaj

Athos/Ouranoupoli

Ertesi gün son üç gecemizi geçireceğimiz Athos yarımdasındaki Ournapoli adlı kasabada kalacağımız Hotel Xenia  adlı yere doğru yola çıktık. Google maps bizi dağlardan aşırarak Sitoni yarımadasına sokmadan buraya getirdi. Kaldığımız otel bir önceki ile aynı zincire ait. Ancak burası bir öncekinden daha iyiydi. Bir kere bize verilen odaların konumu harikaydı. Tam deniz üstünde kocaman balkonlu deniz manzarası olan odalardı. Odaların kalitesi ise bir öncekinden bir gömlek daha iyiydi. Yani buranın da adamakıllı bir renovasyona ihtiyacı var. Burada da şezlonglar hariç herşey extra paralı.

 Hotel Xenia’dan Ouranoupli’ye bakış

 Ouranoupoli’de güneş batışı

Neyse esas Athos yarımadasından bahsetmek istiyorum. Bu yarımada çok enteresan bir şekilde Yunanistan içersinde bir özerk bölge. Şöyle ki bu yarımadada – sonradan öğrendiğimize göre – bir zamanlar 100’den fazla olan manastır sayısı şimdi 25’e düşmüş ve buraya sadece erkekler girebiliyor. Ouranoupoli’den hemen sonra sınır başlıyor ve bu manastır idaresinin kendi sınır polisi ve güvenlik teşkilatı varmış. Buraya girmek isiyorsan şehirde bir merkez var oraya müracaat edip niye gitmek istediğini bildiriyorsun ve eğer uygun görürlerse girebiliyorsun. Dolayısıyla insanlar burayı ancak denizden gezip dışardan seyredebiliyorlar. O da sahile 500 metreden fazla yaklaşmamak şartıyla. Osmanlı buraları işgal etmeden önce manastır sayısının dediğim gibi yüzden fazla olduğunu fakat Osmanlı idaresi zamanında 25 e düştüğünü söylediler.

Biz de buraya geldiğimizin ertesi günü bu yarımadayı denizden gezdiren bir tura yazılıp sabahtan katıldık. Yaklaşık 3 saatten biraz fazla süren bir tekne gezisi. Her türden insanlar var. Bazıları bayağı dindar ve manastırları büyük bir hayranlıkla ve dua ederek seyrettiklerini görebiliyorsun. Bu turlar aynı zamanda şehre kısa yoldan inmek isteyen papazların da ulaşım imkânı. Bizim tekneye de kıyıdaki manastırlardan birinden bir Zodiac botla birkaç papaz gelip bindiler. Netice itibarıyla enteresan bir gezi oldu. Ancak anlamadığım bir şey var ki o da, kıyıda büyük bir manastırı gösterdiler ve kapasitesinin 1600 kişi olduğunu ancak şu anda 25 kadar insanın yaşadığını söylediler. Tuhaf bir şey. Koca bina bakılmazsa harap olur. Bakımının da az masraflı olmayacağı malum.

Athos’da manastırlar

Ouranoupoli’de lokanta konusu da her yerde olduğu gibi gayet güzel. İlk akşam otele yürüme mesafesinde – ki her yer zaten yürüme mesafesinde – gene tavsiye üzerine Athos adlı bir yere gittik. Burası da şayan-ı tavsiye bir yer. Kaldığımız ikinci akşam ise kıyıda Lemonidias adlı başka bir tanesine gittik ki bu da gayet iyiydi.

Ouraoupoli’deki son günümüzde hava biraz rüzgarlı olduğu için görmediğimiz ortadaki yarımada olan Sitonia’ya gitmeye karar verdik. Burada da çok methedilen Vourvourou adlı tatil kasabasını hedefledik. Burası hakikaten tabiat olarak çok güzel bir yer. Kıyıda otel ve lokantalar var. Günlerden pazar olduğu için oldukça kalabalıktı fakat biz maalesef kendi zevkimize göre şöyle güzel mütevazi bir lokanta bulamadık.

Vourvourou

Onun üzerine gelirken yolda geçtiğimiz küçük bir koya yerleşmiş olan Pyrgadikia adlı küçük bir köyde gördüğümüz Taverna Romantica adlı salaş lokantayı tercih ettik. Burası çok mütevazi ancak yiyecekleri çok lezzetli ve fiyatı da Yunan adaları seviyesinde bir yer. Hakikaten iyi vakit geçirdik.

Pyrgadikia

Artık son günümüzün sonuna gelmiştik. Gene tıngır mıngır yola koyulup Ouranoupoli’ye döndük, akşam şehirde bir şeyler atıştırıp ertesi gün Türkiye’ye dönmek üzere yola çıktık.

Yolda yanlışlıkla Dedeağaç yolu yerine Selanik yoluna saptık ve dağlara tırmanmaya başladık ancak bunu fark edip geri döndük ama bu arada Aristo’nun doğduğu köyden geçtik. Her ne kadar bu yüzden bir saat kadar zaman kaybettiysek te bu bize hoş bir sürpriz oldu.

Bu güzel seyahatimizin en son durağı da öğle yemeğini yediğimiz Dedeağaç oldu. Burada da sahildeki güzel lokantalardan birinde ahtapotları, balıkları, mezeleri afiyetle mideye indirdikten sonra tekrar İpsala’dan memlekete avdet ettik.

Yunanistan’da geçirdiğimiz on gün boyunca yeni yerler görüp yeni insanlarla tanışmak, soydaşlarımızla sohbet etmek, Ulu Önder Atatürk’ün doğduğu evi görmek, tarihi bir şahsiyet olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın yaptırmış olduğu bir imareti gezmek, manastırlarla dolu bir bölgeyi uzaktan da olsa görmek bizlere için unutulmaz bir tecrübe oldu. Darısı nice seyahatlerin başına…..