HİNDİSTAN GEZİSİ
Aşağıda okuyacağınız seyahat notları Nisan 2002 tarihinde yazılmıştır. Bloguma eklerken bazı değişikliler ve güncellemeler yaptım.Parantez içinde italik yazıyla yazılanlar daha sonra eklenenlerdir.
Aşağıda 13 – 22 Nisan 2002 tarihleri arasında Hindistan’a yapmış olduğum iş seyahati sırasında edindiğim izlenimleri bulacaksınız. İlk defa gittiğim bu ülkede gördüklerimi tarafsız bir şekilde anlatmaya çalıştım. Ülke ve gittiğim şehirler hakkındaki demografik ve coğrafi bilgileri internetten bulabileceğiniz için o gibi detaylara girmiyorum. Sadece gözlemlediklerimi ve başımdan geçenleri aktaracağım.
Seyahatimden önce bu ülke hakkında, ofisimizde çalışan ve bu ülkeye defalarca gitmiş olan John Jackson’dan – toprağı bol olsun – epeyce bilgi aldım. Bana neler yapıp neler yapmamam ve nelere dikkat etmem gerektiği konusunda epeyce bilgi verdi. Belki de bu sebepten buraya gelirken karışık duygular içerisindeydim. Diğer bir deyişle pek hevesli olmadığımı itiraf etmeliyim. Daha doğrusu nelerle karşılaşacağımı biliyor sanıyordum kendimi. Halbuki buraya gelince ne kadar yanıldığımı anladım. Evet, pek çok şey John’un söylediği gibiydi ama çok daha fazlası vardı.
Bu ülkede ilk ayak bastığım şehir Mumbai oldu. Yabancıların koyduğu adla Bombay fakat orjinal Hint adıyla Mumbai. Sabaha karşı 3 de havaalanına indiğimde beni ilk karşılayan sıcak ve nemli bir hava oldu. Havaalanı oldukça basit ve düşük kalitede. Daha önce defalarca ziyaret ettiğim Kahire havaalanından – ben Esenboğa’nın 25 yıl öncekine benzetirim – biraz daha da kötü. Tenha olduğu için pasaport işlemlerini çabucak ve herhangi bir sorun olmadan tamamlayıp dışarı çıktım. Bu arada şunu hatırlatmakta fayda var: Hindistan’a giderken vize müracaatında bu ülkeye giriş ve çıkış yapacağınız şehirleri soruyorlar. Ayrıca uçakta doldurduğunuz formda bir daha yazmanızı istiyorlar. Eğer seyahat planınızı değiştirip, bu ülkeden formda yazdığınız şehirden değilde farklı bir şehirden çıkarsanız oldukça büyük problem yaşanıyor. Formda da bu açıkça belirtiliyor zaten.
Daha önceden tanıdığım dostum Krishnan’ın şirketi vasıtasıyla şoförlü bir araba ayarlamıştım ve gelip gelmeyeceğini merak ederek etrafıma bakarken üzerinde ismimin yazılı olduğu bir kağıt tutan bir adam görünce rahatladım. İlk korkumu atlatmıştım. Bu genç adam bavuluma yardım ederek beni karanlık ve aydınlatılmamış park yerine götürdü. Beyaz bir Fiat Siena’nın yanına gelince cama hızla tıklattı ve uyumakta olan şoförü uyandırdı. Bu arada etrafımda iki üç tane dilenci toplanmış bulunuyordu. Şoförün ve yardımcısının bu adamları kovalayacağını zanettim ama aldırmıyorlardı. Ben de aldırmadım ve arabaya bindim. Dilenciler hala cama tıklatıp “Sir! Sir!” diye ağlaşıyorlardı.Karanlıkta seçebildiğim kadarıyla oldukça kötü durumdaydılar. Ancak bu, birazdan göreceklerim karşısında hiçbir şeydi.
Yola koyulduk ve sabahın karanlığında ilk yumruğu yedim! Gözlerime inanamıyordum. Havalanından otel yaklaşık 25 km. ve tüm yol boyunca kaldırımlarda insanlar pislik ve sefalet içinde yatıyorlardı. Kimi altına bir hasır bulmuş, kimi doğrudan beton üstünde, kimi tek bir şort, kimisinin ise üstünde bir gömlek.Binlerce insan. Her yerde. Hayatımda böyle bir manzara görebileceğimi hiç düşünemezdim. Böyle bir şoka hiç hazır değildim. Tabiyatıyla ne uyku kaldı ne bir şey. Daha sonra göreceklerim ise bu ülkedeki sefaletin ne boyutlarda olduğunu daha da iyi gösterecekti.
Damudar – şoförümün adı – beni otele bırakırken ertesi gün, daha doğrusu o gün, kaçta gelmemi istediğimi sordu. Ben de öğlen saat bir de gelmesini söyleyip kendisini yolladım.
Otele geldiğimde sabahın dördü olmuştu ve yatıp uyumam 04:30 u buldu. Otele girerken büyük bir yapı olduğunu anlamıştım ama esas ertesi gün cesametini daha iyi gördüm. Kaldığım otel Taj Mahal Mumbai idi. Mumbai’in en görkemli oteli. Şehrin ortasında fakat tam deniz kenarında yer alan bu otel iki bloktan oluşuyor. 5 katlı ve kolonyal tarzda inşa edilmiş olan blok ile 17 katlı bir gökdelen olan yeni blok. Benim odam yeni blokun 15. Katındaydı.
Mumbai çok büyük bir ada. Açılmış bir el şeklinde parmaklar güneye gelecek şekilde kuzeyden güneye doğru uzanıyor. Ana karaya dört köprü ile bağlantılı. Adanın büyüklüğü hakkında bir fikir vermesi açısından havaalanının adada olduğunu ve yukarıda da söylediğim gibi şehir merkezine yaklaşık 25 km. mesafede olduğunu söylemem yeterli sanırım.
Taj Mahal Otel bu parmaklardan birinin ucunda tam deniz kenarında şehrin Colaba denilen bölgesinde. Hemen önünde “Gateway to India” denilen ve 1911 yılında İngiltere Kral ve Kraliçesi’nin Hindistan’a gelişleri nedeniyle yapılmış olan kemerli ve Paris’teki Arc de Triumph boyunda ona çok benzeyen bir yapı var. Burası tursitlerin uğrak yeri.Bilhassa akşam üstleri hava serinledikten sonra önündeki park ana baba günü oluyor.
Bu arada biraz da otellerden bahsedeyim. Hindistan’da ya 5 yıldızlı otelde kalacaksınız ya da sefil yerlerde. Arası yok. 5 yıldızlı oteller ise çok pahalı. Kahvaltı hariç, geceliği $140 olan bir otel üzerine eklenen vergilerle $260 a kadar çıkabiliyor. Yani neredeyse 100% vergi var. Yanlış anlaşılmasın bu fiyat da özel corporate fiyatı. Kapı fiyatı $ 180 – $ 200 yani $ 400 e kadar çıkabiliyor.
Buraya ya turla geleceksiniz, ya da iş için. Zaten hangi Hintli ile konuştuysam, hepsi de bu otel fiyatlarının turizmi çok olumsuz etkilediğini, halbuki Hindistan’ın tursitlere sunabilecek çok şeyi olduğunu söyledi ki genel olarak bakarsanız çok doğru. Zira bu ülke kültür ve tabiayat bakımından çok zengin. (2014 yılı notu: Bu yazının yazıldığı tarihten sonra beş yıl süreyle Hindistan’a gidip geldim. Otel fiyatları bu süre içerisinde ilk önceleri bayağı düştü ancak son gidişlerimde tekrar arttığını gördüm. Bunun sebebinin de talebin patlaması olduğunu sanıyorum)
Neyse kaldığımız yere dönecek olursak, öğlene doğru uyandığımda pencereden ilk gördüğüm manzara yukarıda bahsettiğim “Gateway to India” ve arkasında uzanan masmavi deniz yani “Arabistan Denizi” oldu. Yıkanıp giyindikten sonra ilk önce oteli keşfedeyim diyerek aşağıya indim ve eski bloka geçerek yüzme havuzunun olduğu bahçeye çıktım. Olağanüstü bir bahçe. Her tarafı tropik bitkilerle örtülü ve ortasında masmavi bir yüzme havuzu var. Binadan havuzun olduğu bölüme çıktığınızda önce yüksek tavanlı geniş bir avlu geliyor. Avluyu geçince bahçeye çıkmadan önce sağa ve sola iki geniş, yüksek tavanlı ve kemerli fakat önü havuza bakan bahçeye açık iki koridor var. Bütün bu saydığım yerlerde tavanlarda hızla dönene pervaneler hava akımı yaratarak biraz serinlemenizi sağlıyorlar. Yoksa 35º C sıcaklık ve %75-80 arası nem oranında gölgede bile oturmak sıkıntılı. Burası çok keyifli bir alan fakat havuzun arkasındaki duvarda şehir var ve güya Colaba kalbur üstü bir bölge ama binaların haraplığını görmeniz gerek.
Neyse, saat bire kadar otelde oyalandım ve dışarı çıktığımda Damudar beni bekliyordu. Allah’tan araba A/C’li. İçinde rahatça oturup etrafı seyredebiliyorum. Damudar’a beni Mumbai içinde iki saat dolaştırmasını ve önemli yerlere götürmesini söyledim. Damudar’ın İngilizce’si Allah’tan iyi de anlaşabiliyoruz. Bildiğiniz gibi Hintliler ve Pakistanlılar İngilizceyi ağızları sanki büzgülüymüş gibi ve dillerini şaklatarak konuşuyorlar. Seyahat boyunca bazılarını – yüksek tahsilli olanlar da dahil – anlamakta oldukça zorluk çektim. Bu arada Hindistan’da 15 tane resmi dil ve yüzlerce lehçe olduğunu belirtmeliyim. Kuzeyli ve Güneyli birbirlerini anlamıyor. Onun için İngilizce ortak dil olmuş. Birbirleri ile İngilizce anlaşıyorlar. İş lisanı tamamen İngilizce, hem kendi aralarında hem de yabancılarla.
Damudar başladı beni dolaştırmaya ve şu bina burası bu bina orası diyerek bir yandan da anlatıyordu. Bu arada her durduğumuz trafik ışığında arabanın etrafında partal kılıklı küçük dilenci çocuklarla doluyordu. Hepsi de küçücük avuçlarını açıp para istiyorlardı. Ne kadar acıklı. Hepsi de o kadar saf ve masum duruyorlarki. Yüzlerine bakamıyordum. Damudar bana, para verilmesinin yasak olduğunu çünkü ailelerinin ve bazı çetelerin bunları sokağa zorla gönderip dilencilik yaptırdığını anlattı. Hindistan’ın en acıklı taraflarından birisi de bu dilenciler. 1 milyara varan nüfus ve kıt kaynaklar. Fakat son yıllarda nüfus planlaması bilinci artmaya başlamış. Bunun en önemli göstergelerinden birisi pek çok kamyon, otobüs, vs nin arkasına yazılmış “We two ours one” yazısıydı. Bu da “Biz karı kocayız ve tek çocuğumuz var” demekmiş. Bazılarında ise “One Family One Child” yazıyordu.
Sıra şimdi Hindistan trafiğinden bahsetmeye geldi. İlk önceler trafik o kadar sıkıcı gelmedi. Evet, trafik lambaları, yaya geçitleri, işaretler, sinyal verme gibi şeylerle uğraşmıyorlar ama trafik oldukça akıcı gelmişti bana. Meğerse o gün Pazar olduğu için öyleymiş. Daha sonra trafiğin ne olduğunu veya ne olmadığını anladım.
Herşeyden önce korna en önemli alet. Herkes aynı anda kornaya basıyor ve herkes birbirinden yol istiyor. Dolayısıyla devamlı bir kakafoni mevcut. Zaten kornanın önemi her arabanın arkasına yazılı “Horn OK Please” yazısıyla pekiştirilmiş. Bu “Bana korna çal sana yol veririm” demekmiş. Yani kornasız olmuyor. Ha, bu arada Hindistan’da trafik İngiliz usulü soldan, yani direksiyon sağda. Normal günlerde sabah ve akşam trafiği felaket. Burası motosiklet triportör (daha sonra bunlara tuk-tuk denildiğini öğrendim), taksi ve otobüs dolu. Hepsi çok eski, dökülüyor ve felaket egzos dumanı çıkarıyor. Hava kirliliğinin en kötü olduğu Kolkata’da (Calcutta) şehirde artık sadece doğal gazla çalışan otobüslerin satılmasına izin veriyorlarmış. Buradaki motosiklet sayısını anlatmama imkan yok. Herkesde bir tane var galiba. En enetersan’ı ise Sari’li Hint kadınlarının tek başlarına motosikletle dolaşmaları. Oldukça modern bir hava veriyor etrafa.
Evet, herkes kimseye aldırmadan istediğini yapıyor, istediği numarayı çekiyor. Ben ki olduhça soğukkanlıyımdır, bir kaç seferinde “Eyvah! Hapı Yuttuk!” diye düşünüp, refleks olarak soföre Türkçe “Aman dikkat! Yavaş Ol!” diye bağırdım. Tabiyatıyla o aynı sakinliğini koruyarak “No problem Sir!” diye cevap verdi. Hayatımda yaptığım en korkutucu araba seyahatini Pune havaalanı ile TATA fabrikası arasındaki 45 dakikalık yolculuk oldu.
Şoför, ismini bir tülü hatırlayamadığım için – zaten İngilizcesi de berbattı – adını yazamıyorum ama Hintlilerin siyahilerindendi, zayıf kara kuru bir adam, eli devamlı kornada, daracık olan yolda karşıdan kim gelirse gelsin aldırmayarak devamlı önündekini solluyordu. Bunlar tuhaf insanlar. Şimdi, Hindistan karayolları yolun ortasını belirtsin diye orta şeride kedi gözleri yerleştirmiş. Pek güzel, ama bu adamlar, kendi şeridinde gidince sağ taraf tekerlekleri bazen bunların üstünden geçiyor ve “pat pat” diye ses çıkarıyor, şoför de daha fazla sola yani kendi şeridine gireceğine orta şeridi tekerleklerin arasına alıyor. Tabiyatıyla karşıdan gelen de aynı şeyi yapıyor. Düşünün şimdi, iki araç ki bir tanesi kamyon olabilir karşı karşıya yolun ortasını tutturmuşlar geliyorlar ve ben “Eyvah çarpıştık!” derken mucizevi bir şekilde yan yana geçiyoruz. Bu arada yan yana geçerken birbirlerine korna çalmayı ihmal etmediklerini de söylemeliyim. Dolayısı ile etrafı da seyretmek istediğimden gözümü kapamayıp devamlı yan camdan dışarı baktım.
Hintlilerin en rağbet ettiği ulaşım araçlarından birisi de tren. Bu ülkeye tren 150 yıl önce gelmiş. Benim Mumbai’de bulunduğum ikinci günümde trenin gelişinin 150. Yıl kutlaması yapıldı. Kutlama törenlerinde 150 yıl önce ilk seferini yapan lokomotifi restore edip sembolik olarak ilk 50 km yolu aynen yaptırdılar. Hindisatn 13,000 km den fazla demiryoluna sahip. Yanlış yazmadım 13 bin km!. Günde yaklaşık 12 milyon insan taşınıyor ve hala yeterli değil. Bir de bizi düşünün. Rahmetli Özal tren için “Komünist işi” demişti. Belki trenlerin kalitesi iyi değil ama insanlara ucuz ve Hindistan için hızlı sayılabilecek bir ulaşım sağlıyor. (Daha sonraki seyahatlerimden iki tanesinde bu trenlerle şehirlerarası yolculuk da yaptım ki bunlar ayrı bir hikaye olur!)
Dediğim gibi, Mubai’de Damudar beni iki saat kadar dolaştırdı. Mumbai güya Hindistan’ın en zengin şehri. Tüm ticaret ve en büyük şirketlerin genel merkezleri de burada. Belli ki para var, ama beni şehrin en lüks mahallesi diye götürdüğü bölgedeki apartmanların veya evlerin dıştan bakınca çok köhne ve eski yüzlü olduğunu gördüm. İçlerini bilmem ama en zengin yer böyleyse gerisini siz düşünün. Aslında bu seyahatte gittiğim dört değişik şehir içerisinde sadece burada Mercedes, BMW gibi arabalar gördüm ki bu da şehrin zenginliği hakkında bir fikir veriyor.
Ayrıca Mumbai Hindistan film endüstrisinin merkezi. Bunu için adına Hollywood’dan esinlenerek “Bollywood” diyorlar. B harfi Bombay’ın baş harfinden geliyor. Bildiğiniz gibi Hindistan’da yılda binlerce film çevriliyor. Merak ederek bunlardan bazılarının bir kısmını, TV de izledim. Hepsi aynı, bizde otuz yıl evvel çevrilen fakir kız – zengin oğlan veya benzeri temalı, bol melodram, bol acıklı şarkılar. (Aslında Hint sineması daha sonraları büyük atılımlar yaptı ve “Slumdog Millionaire” filmi ile de Oscar bile aldı, ama hala o ilkel filmleri çevirmeye devam ediyorlar, zira halk istiyor).
Şarkı deyince aklıma geldi. Aşağıda ilk defa nasıl Hint yemeği yediğim anlattığım bölümü bulacaksınız. Bu retoranda Hintli sanatçılar icra eyliyorlardı. Önce iki adam geldi ve yerdeki mindere oturdular. Birisinin önünde küçük bir davul, öbürünün önünde bir sandık. Bu sandığın ön kapağı, yani seyircilere bakan kısmı açılıyor ve adam bir eliyle bunu açıp kaparken diğer eliyle de klavye gibi bir şeye basarak sesler çıkarıyor. Yani akordeon gibi bir şey. İşte bu ikili hem müzik çaldılar hem de akordeoncu şarkı söyledi. Ama ne şarkı! Ağır aksak, monoton bir ses ve monoton bir melodi. Yani bayıltıcı. Neyse derken folklorik kıyafetler giymiş bir kızcağız sahneye çıkıp daha monoton bir müzik eşliğinde başladı Hint dansı yapmaya. Yaklaşık yarım saat. İlk beş dakika entersan geliyor ama sonra hep aynı hareketler, seyretmiyorsunuz bile. Bunlar gitti, derken bir sitarcı geldi. Başladı tıngırdatmaya. Bu da en az diğerleri kadar iç bayıltıcı ve monoton bir müzik. Velhasıl , bu gösterilerden hiç zevk almadım.
Mumbai’de en güzel binalar İngiliz zamanında yapılanlar. Mesela merkez tren istasyonu ve adalet sarayı gibi. Hindistan 1947’de İngiltere’den bağımsızlığını kazanmış ve bundan sonra yapılanlar kolonyal tarza benzetilmeye çalışılmış ama başarılı olamamışlar. Burada en dikkatimi çeken şeylerden birisi de şehrin göbeğinde bulunan ve neredeyse iki futbol sahası büyüklüğünde olan açık yeşil alan. Burası yüzlerce Hintli ile dolu ve hepsi de kriket oynuyor. Kriket bunlarda bizdeki futboldan daha önemli. Kriket yıldızlarına tapıyorlar, TV’lerde devamlı naklen kriket maçları var, gazetelerin spor sayfaları neredeyse tamamen krikete ayrılmış. Kriketin nasıl oynandığı konusunda pek fazla bilgiye sahip değilim, sadece bir adamın, karşıdaki adam hızla topu atınca o da elindeki sopayla topa vurup etraftaki adamlara yolladığını anladım. Beyzbol gibi bir şey ama kim nasıl sayı yapıyor sökütemedim. (Daha sonraki seyahatlerimde kriketin kurallarını bayağı iyi öğrenmiştim. İnanmayacaksınız ama hoşuma gitmeye bile başlamıştı, Daha sonraları seyretmeye seyretmeye hepsini unutuum. Hatta bir keresinde bir fabrika sahibi akşam bizi evine yemeğe davet etti ve yemekten sonra ezeli iki rakibin yani Pakistan ile Hindistan’ın milli takımlarının maçını seyrettik. Allah’tan Hindistan kazandı da otele sağ salim dönebildik!)
Damudar bu arada beni bir parka götürdü. Değişik bir yer, çünkü şimşirlerden hayvan heykelleri yapmışlar. Oldukça değişik. Kendisine ait bir de Hindu mabetine gitmek istediğmi söyledim, ama gittiğimizde mabet kapalı idi saat dörtten sonra açılıyormuş. Önce üzüldüm ancak sonra Chennai’de bu fırsatı yakaldım. Neyse Damudar ile bir miktar daha dolaştıktan sonra otele geri döndük.
Ertesi ve sonraki gün Damudar yerine başka şoför geleceği için kendisine bahşişini verip yolladım. Bu arada bahşiş konusuna mutlaka değinmek gerek, çünkü çok önemli.
Hindistan’a vardığınızda yapacağınız ilk iş, ki ben öyle yaptım, havaalanında para bozdurup Rupi almak (bu arada Rupi’yi Rupii diye okumanız gerekiyor). Bir dolar yaklaşık 47 Rupi (2002 yılı kuru) – kolay olsun diye hesap yaparken 50 olarak alıyordum. Bilhassa bol miktarda beşlik, onluk, ellilik ve yüzlük banknot almak lazım. Herkes bahşiş istiyor. Otelin kapısında arabanın kapısını açan adam, bavulları resepsiyona taşıyan adam, bavulları resepsiyondan odaya taşıyan adam ve bahşişini alana kadar her yarım saatte bir odanın kapısını çalıp “Do you need anything Sir?” diyen kat temizlik görevlisi. Garsonları saymıyorum bile. Dolayısıyla kolay erişebileceğiniz bir cebinizde daima bozuklukları bulunduracaksınız. Verilen bahşişler duruma göre 20, 50 veya 100 rupi. Yani en fazla iki dolar. Vasat bir işçinin ortalama aylık kazancının $75 – $100 olduğu yerde bahsettiğim bahşiş miktarı oldukça iyi sayılıyor. (Burada daha sonraki seyahatlerimden birisinde başımdan geçen bir olayı anlatayım. Yaptığım ikinci veya üçüncü seyahatte, bizim şirketin Hinidstan’daki fabrikasında çalışan bir arkadaş bana eşlik etti. Onun yanında oteldeki bavul taşıyan çocuğa elli rupi bahşiş verdim yani bir dolar. Bu arkadaş bana hayret ve şaşkınlıkla niye bu kadar çok verdiğimi sordu. Ben de ne kadar vermem gerektiğini söyleyince bana on rupinin yeteceğini söyledi. Çünkü şöyle düşünmek lazım. Bu bavulcu çocuk evden otele tuk tukla 10 rupiye gidiyormuş. Buna elli rupi vermek hem piyasayı yükseltiyormuş hem de gereğinden çok fazla oluyormuş. Yani işte böyle. Her şey göreceli.)
Mumbai’de kaldığım ikinci akşamda otelin Hint yemekleri yapan restoranına gittim. Biliyorsunuz Hint lokantaları Avrupa ve ABD’de çok yaygın. Hintliler vejeteryen olarak bilinir ama öğrendiğime göre %70 kadarı böyleymiş. Bilhassa yeni nesil de artık McDonald’s kültürüyle yetiştiğinden vejeteryenlik azalıyormuş. Bu arada pek çok Pizza Hut dükkanı gördüysem de hiç McDonald’a rastlamadım (Sonraki seyahtlerimde epeyce rastladım). Vejeteryenliğin esası ise canlı varlık öldürmeme prensibinden geliyor. Neyse, lokantaya gidip ne yiyeyim diye garsona sordum. Garson iki menü verdi, biri vejeteryen, biri değil. Ben de başlangıç olarak bazı vejeteryen mezeleri söyledim, sonra da “Chicken tandur” istedim. Hint yemeklerinin baharatlı olduğunu söylemişlerdi ama az söylemişler. Bizim acılı Adana yanlarında solda sıfır. Aman Allah’ım o ne acı! Dudaklarım bile kavruldu. Bu arada bir faydasını gördüm, ağzımın içinde aft çıkmştı, yemekten sonra ne aft kaldı ne birşey. Chicken Tanduri ise tahmin edeceğiniz gibi baharatlı soslara bulanmış kömürde tavuk ızgara. Onun da acılığı başlangıçlardan farklı değildi. Ancak bir şey farkettim, o da, bu kadar acı yedikten sonra sabaha kadar su içerim diye düşünürken, yemekten iki saat sonra ne acı hissi kalmıştı ne bir şey, hiç uyanmadan sabahı ettim. Bunun sebebi ise acılığın biberden değil de kullandıkları baharattan gelmesi. (Yapmış olduğum seyahatlerde Hint yemeklerine çok alıştım ve çok sevdim. Hele eşimle beraber yaptığımız gezide Jalandar’da bizi akşam yemeğinde misafir eden müşterimizin götürdüğü lokantada yediğimiz yemeği hiç unutmuyoruz. Hindistan’a yaptığım o kadar gezinin hiç birisinde hastalanmadım. Bunun sebebi ise bizdeki yoğurdun aynısının onlarda da olması. Her yemekten sonra – sabah, öğlen akşam – toprak kap içerisinde getirdikleri yoğurttan mutlaka bir kap yiyordum. Bu tam bir antibiyotik görevi görüyordu ve dediğim gibi hiç yemek zehirlenmesi, mide bozukluğu falan yaşamadım)
Baharat bu ülke için çok önemli, sebebi siz bu kadar sıcak bir üşkede buzdolabınız yoksa etleri ancak baharat ile koruyabilirsiniz. Zaten 1600’lerden itibaren geliştirilen baharat ticareti bu yüzden çok önemliydi.
Esas Hint usulü yemeği Chennai’de dostum Ganesh ile yedim. Yeri gelmişken bunu anlatayım. Kendisi beni kaldığım oteldeki Hint lokantasına götürüp “Indian Tali” ısmarladı. Bu şöyle yeniyor: Önünüze süslü bir metal tepsi içinde gene küçük metal kaplara (bizim hoşaf kasesinin biraz küçüğü) konmuş beş altı çeşit yemek getiriyorlar. Önce pirinçten yapılmış olan krep gibi ve “rice pancacke” denilen ekmek yerine geçen nesneyi getiriyorlar. Bunu koparıp elinizle bu küçük kaplarda bulunan yemeklere bandırarak yiyorsunuz. Bir müddet bunları yedikten sonra haşlanmış pirinci getirip tepsinin ortasına koyuyorlar. Küçük kaplardaki yemekleri (hangisini isterseniz) bu pilavın üstüne azar azar koyup öyle yiyorsunuz. Bunların hepsinin vejeteryen ve baharatlı olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Üstüne Hint usulü kahve içtik. Bu da şöyle oluyor: Geniş ve yassı metal bir kabın içine, içinde sütlü kahve bulunan dar ve uzun gene metal bir kap konuyor. Kahvenize istediğiniz kadar şeker attıktan sonra, kaşık olmadığı ve parmağınızla karıştıramayacağınız için, dar kaptaki kahveyi genişe ve tekrar dar olan boşaltarak, ve bunu üstüste beş on defa yaptıktan sonra hem şeker eriyor, hem de kahve soğuyor. Dar kaptan kahvenizi içip bitiriyorsunuz.
Mumbai’deki ikinci günümde ilk iş randevüme gittim. İlk defa bir iş yerine gidiyordum. Gittiğim yer Hindistan’ın Koç grubu olan Tata grubunun merkeziydi. Oldukça modern döşeli bayağı Avrupai bir yer. İnsanlar gayet kibar ve saygılı. Zaten kiminle karşılaştıysam çok, kibar, saygılı ve nazik. Tabiyatıyla dangıl dungulları da vardır ama ben rastlamadım. Herkes de iyi olamaz ya. İşlerinde oldukça bilgililer ve ne istediklerini biliyorlar. Mısırlılar gibi havalarda dolaşmıyorlar. Oldukça iyi bir iş görüşmesi yaptıktan sonra otele döndüm.( Burada Hindistan iş ortamı ile ilgili biraz yorum yapmak istiyorum. Hindistan’a gittiğim beş yıl boyunca düzinelerce iş toplantısına katıldım. Benim işimin bir parçası da mühendislik olduğu için genellikle iş görüşmelerimin ilk başlangıç noktası ürün geliştirme mühendislik bölümleri oluyordu. Bu bölümlerle işileri tamamladıktan sonra ticari konuları görüştüğümüz satın alma ve üst yönetimdi, ancak mühendisliği geçmeden oralara gidemiyordunuz. Mühendislik bölümlerine gelince şunu söylemeliyim ki hiç zorluk çekmedim. Zira görüştüğüm tüm mühendisler çok bilgili ve çok iyi eğitim almışlardı. Mesela Mısır’da benim karşıma mühendis diye çıkan kişilere ben temel mühendislik bilgileri vermek zorunda kalıyordum. Hindistan’ın eğitim sistemi çok iyi. IIT (India Institute of Technolgy) diye bir üniversiteleri ve bunu ülkenin bir kaç yerinde kampusu var. Ben bunlardan bir tanesini gezme fırsatı buldum. Fiziki şartlar olarak çok kötü ancak o şartlarda yapılan çalışmalar ise olağanüstü. Zaten Hindisatn hep Nobel ödüllü bilim adamları yetiştirmiş bir ülke )
O akşam üzeri hava serinleyince yürüyüşe çıkmaya karar verdim. Gezintime, otelin önündeki deniz kenarı boyunca giden kaldırımdan yürüyerek başladım. Yol seviyesi denizden tahminen 10-15 metre yukarda ve yaklaşık bir buçuk metre yüksekliğinde bir duvar denize düşmenizi engelliyor. Eğilip denize baktım. Bakmaz olaydım. İğrenç derecede pis, herhalde tüm kanalizasyon buraya akıyor. Bu arada yanımda bir araba ve içinden bir aile, ellerinde sepetler ve naylon torbalarla indi. Ne oluyor diye bakarken, duvara yanaşıp tüm paketlerini duvarın üstüne koydular ve başladılar dua etmeye. Dua bittikten sonra içlerinde çeşitli meyve ve çiçek olan sepetleri denize atmaya başladılar. Bu arada komik olan, ellerindeki naylon poşetleri de içlerindekini çıkarmadan aynen denize yolladılar. Bu ne biçim ayin? Tanrınıza bir şey adıyorsanız naylon torba içinde yollanır mı? Tabii ki atılan herşey pis sulara gömülüp gitti. Bu da cabası, adak adamak için temiz bir yer bulunamazmıydı?
Neyse, ben turuma devam ettim. Otelin etrafındaki pek çok sokağa girip çıktım ve bu insanların nasıl yaşadığını anlamaya çalıştım. Her şey çok eski püskü, dökülüyor. İnsanlar fakir, binalar pis ve bakımsız. Sokaklar çöplük. Daha ne yazayım. Hiçbir entersan şey yok.
Ertesi gün sabah uçağıyla yarım saatlik uçuş mesafesinde olan Pune’ye gittim. Burada bir gün önce Mumbai’de görüştüğüm TATA firmasının çok büyük bir fabrikası mevcut. Fabrika şehrin dışında olduğu ve havaalanına 45 dakika mesafede olduğu için maalesef şehri görme imkanım olmadı. Çünkü fabrikada işim bitince öğleden sonra tekrar Mumbai’ye döndüm. Fakat bu arada ilk defa Hindistan kırsal alanını görme imkanı elde ettim. Pune Mumbai’nin yaklaşık 100 km. güneyinde ve oldukça düz bir platoda. Fazla ağaçlık değil ama olan ağaçlarda hayranlık verici derecede güzel. Hele bir ağaç var ki ona hayran kaldım. Olağanüstü büyük bir ağaç ve çok güzel kırmızı çiçekleri var. Şöyle anlatayım: Yolun bir bölümü çok geniş, üç gidiş üç geliş altı şerit ve bu ağaçlardan sağlı sollu dikmişler. Bu ağaçlar o kadar büyümüşlerki tepe dalları birbirine değiyor ve tamamen yolun üstünü kaplayıp gölgeliyorlar. Ne kadar uzun ve dallarının geniş olduklarını tasavvur edin. Buradaki fabrikada iş görüşmelerimi bitirip öğle yemeğini onlarla birlikte yedikten sonra tehlikeli bir araba yolculuğundan sonra havaalanına geri döndüm. ( Burada bana “Madem Pune 100 km niye arabayla gitmedin?” diye sorabilirsiniz. Daha sonraki seyahatlerimde bunu yaptım. Ancak Mumbai şehrinden çıkış yaklaşık iki saat, Pune’ye varış da iki saat sürdüğünden günü birlik gidip gelecekseniz uçak en iyisi. Mumbai’nin ne kadar büyük bir ada şehir olduğu hakkında fikir vermişti herhalde )
Şimdi, Hindistan’da karşılaştığım ve başlangıçta alışmakta zorluk çektiğim bir davranış biçimini daha doğrusu bir hareketi anlatmaya çalışacağım. Bizler ve genelde batılılar birisine bir şey anlatıp, anlayıp anlamadığını sorunca karşımızdaki aşağı yukarı hareket ettirirse olumlu, sağa sola hareket ettirirse olumsuz olarak anlarız. Hintliler ise tam tersini daha doğrusu karışığını yapıyorlar. Yani evet anlamında başlarını hem aşağı yukarı hem de sağa sola sallıyorlar. Yani kafaları bir 8 hareketi çiziyor. Bunu deneyin boyun fıtığından iki ay yatarsınız! Tabiyatıyla buna alşımak oldukça zaman alıyor. Mesela şoföre ertesi sabah sizi sekizde almasını söylüyorsunuz, adam bu hareketi yapınca, anlamadı sanıyor ve tekrar söylüyorsunuz, ve adam aynı hareketi yapı arkasından “yes Sir!” diyince kroki oluyorsunuz. İstisnasız tüm Hintliler aynısını yapıyor, Chennai’de görüştüğüm firmanın ABD’de okumuş CEO’su bile.
Ertesi gün Mumbai terk edip sabah uçağı ile Bangalaore’a hareket ettim. Mumbai ile ilgili en son söylemek istediğim bu ülkedeki fakirliğin boyutları hakkında. İnanması zor ama havaalanının etrafı çok yüksek bir duvarla çevrili. Bu duvar aynı zamanda havaalanı etrafındaki gecekonduların da duvarını oluşturuyor. Yani insanlar bu duvarın arkasına gecekondularını kondurmuşlar. Uçaklar hemen üstlerinden geçiyor. Bunlara gecekondu dediğime bakmayın. Bizdekiler bunların yanında saray kalır. Bunlar o kadar iç içe yapılmış ki üstlerinden uçarken tamamen damları görüyorsunuz, yani aralarında sokak falan yok. Siyah tenekeden kocaman bir kaplama.
Bangalore Hindistan’ın güneyinde ve yaklaşık 1000 mt. rakımda. Dolayısıyla Mumbai gibi nemli ve sıcak değil. Sıcaklık öğlen 26 – 28 derecelerdeydi. Bu şehir Hindistan’ın “Silikon Vadisi”. Microsoft gibi bütün büyük software şirketlerinin merkezi burada. Hindistan sofware konusunda muazzam uzmanlaşmış. Her yıl software ihracatından yüzlerce milyon dolar para kazanıyorlar. Hatta, Citibank’ın dünya çapında kullandığı bankacılık bilgisayar programı bile Hindistan’da yapılmış. Bu yüzden Bangalaore oldukça modren ve derli toplu bir şehir. Mumbai’den daha çok beğendim.
Bangalore’da yine Taj serisinden Taj West End Hotel’de kaldım. Taj zinciri otellerinin TATA grubuna ait olduğunu söylemem gerek yok herhalde. Burası muhteşem bir yer. Ormanların içerisine yerleştirilmiş iki katlı binalardan oluşuyor. Bahçelerdeki bitkiler ve bahçe düzenlemesi olağanüstü. O tropikal bitkilerin ve çiçeklerin güzelliği anlata anlata bitirilemez. Her taraftan buraya özgü kuşların sesleri geliyor. Sanki kendinizi jungle’ın ortasında hissdiyorsunuz. Burada bir de suni göl üzerinde inşa edilmiş bir Tayland lokantası var. Akşam burada yemek yedim. Olağanüstü güzel bir atmosferde gene olağanüstü acı yemekler. Acılıkta Tayland mutfağının da Hint mutfağından aşağı kalır yanı yok.
Bangalaore’dan sonra son durağım Madras veya orjinal adıyla Chennai oldu. Burası ülkenin güneydoğu kıyısında, Hint okyanusu (daha doğrusu Bengal Körfezi) kıyısında Tamil Nadu eyaletinin başkenti. Düz bir alan üzerine kurulu büyük ve kalabalık bir şehir. Burada iki gece kaldıktan sonra Cumartesi ve Pazar gecelerini geçirdiğim Chennai’in 40 km güneyinde okyanus kıyısında çok güzel bir resort olan Fisherman’s Cove’a geçtim. Chennai çok sıcak ve nemli. Arkadaşım Krishnan bana yanlış mevsimde geldiğimi, Nisan’dan Ağustos’a kadar çok sıcak olduğunu ve gelinebilecek en güzel mevsimin Kasım – Mart arası olduğunu söyledi.
Chennai’de sabah iş görüşmelerini yaptıktan sonra dostum Ganesh beni alışverişe götürdü. Buradan alınacak şeyler, halı, kilim, sandal ağacından oyma heykeller ve tabii ki ipek.
Önce beni bir kooperatif işletmesi olan ağaç oyma işlerinin satıldığı bir dükkana götürdü. Burada sandal ağacından yapılma pek çok heykel ve oymalı objeler vardı. Ev için tanrı Krishna ve karısını dans ederken gösteren yaklaşık 30 cm. boyunda bir heykel aldım. Şimdi size biraz Hindistan’daki dinlerden bahsedeyim. Burada üç tane din var: Hinduizm, Budizm ve Müslümanlık. Çoğunluk Hindular ama Hindistan dünyadaki ikinci en büyük Müslüman nüfusa sahip ülke.
Hinduların üç tane önemli tanrıları var. Yaratıcı tanrı olan Brahma, Koruyucu tanrı olan Vishnu ve yok edici tanrı olan Shiva. Vishnu dünyaya sekiz değişik formda gelmiş. Her gelişinde değişik görünüm ve isim almış. Krishna, Rama gibi. Her gelişinde yeryüzündeki kötü bir şeytanla savaşıp onu yok etmiş. Inanışa göre 9. defa geldiğinde dünya yok olacakmış. Benim aldığım heykel de işte Vishnu’nun formlarından bir olan Krishna.
Ganesh daha sonra beni ipek sari satılan bir dükkana götürdü. Eğer şehri bilmiyorsanız bu dükkanı bulmanız mümkün değil çünkü eciş bücüş bir yerde ama Chennai’nin en iyi ve en ucuz dükkanı imiş. Önce dükkandan bahsedeyim. İki katlı büyük bir mağaza, sadece sari değil başka giyim eşyaları da satıyorlar. Ben sariyle ilgilendiğim için alt kattaki o bölüme gittik. Bizdeki gibi tezgah ve arkasındaki raflarda dizi dizi sariler. Ancak tezgah bel hizasında değil diz hizasında ve tezgahın müşteri tarafında rahat otuma koltukları var. Dolayısıyla malı seçerken, tezgahtar kumaşı önünüze açıyor ve oturduğunuz yerden çok rahat seçim yapabiliyorsunuz.
Sari ipekten yapılma yaklaşık 6 metre uzunluğunda, bir metre eninde bir kumaş. Sariyi kadınlar vücutlarına sarıyorlar ancak bizdeki inanışın aksine içleri çıplak değil. Herşeyden önce içinize bir etek giymeniz lazım, aksi halde sariyi belinizin etrafına dolarken sıkıştıracak bir yer olamaz. Ayrıca üstünüze bir de bluz giyiyorsunuz. Bu bluzun kumaşı sari ile birlikte satılıyor. Sarinin 6 metrelik kısmının dışında ayrıca yine yaklaşık aynı kumaşın devamı olan fakat esas kumaşın aynı veya kontrast renginde bluz kumaşı da var. Yani sariyi alınca bluz kumaşını da almış oluyorsunuz, bluz için bu kısmı kesip çıkarıyorsunuz. Bu işi de tezgahtar sizin için yapıyor. Ayrıca bir de sarinin nasıl bağlanacağını renkli fotoğraflarla anlatan bir de broşür veriyorlar.
Sariler cins cins. Fiyatları kullanılan ipeğin kalitesine ve ağırlığına, ayrıca içinde kullanılan altın veya gümüş iplik miktarı ile motiflerin zorluk dereceine göre değişiyor. Bluz kumaşı ile birlikte sarinin fiyatı 3,000 ila 7,500 Rs yani $60 ila $ 150 arasında. Yaklaşık 7 metre ipek kumaş alıyorsunuz bu fiyata. Olağanüstü güzel ve incelikte işlenmişleri var.
Bu dükkandan çıkınca hemen yanında bir Hindu tapınağı görünce Ganesh’e girebilirmiyim diye sordum. O da ayakkabılarımızı çıkarmamız gerektiğini söyledi ve bende gayet makul bularak kabul ettim. Keşke etmez olaydım. Ben bizim camilerdeki gibi ayakkabınız hemen girişte çıkarıp halılar üzerinde yürüyeceğimizi zannederken, Ganesh mabedin girişini yanındaki sokakta bir kulübeye doğru yürüdü. Burası meğer ayakkabı çıkarma yeriymiş. Buraya ayakkabılarınızı çıkarıp bırakıyor, otuz metre sokakta yürüyüp mabedin avlusuna giriyorsunuz. Düşünebiliyormusunuz o sokaktaki temizlik durumunu! İnekler sokaklara pisliyorlar ve ben o sokakta çoraplarımla yürüyüp avluya girdim. Avlu taş ve güneşten dolayı epeyce kızmış. Bir yandan ayaklarınız yanıyor, bir yandan da “Bu ne biçim temizlik!?” diye kızıyorsunuz. Sokağın bütün kiri içeri giriyor.
Ana binaya yabancıları sokmuyorlarmış, sadece etrafında dolaşıp ufak tefek adak adama yerleri var ancak onları görebildim. Ayakkabılarımız koyduğumuz yere gelince çoraplarımı çıkarıp attım ve ayakkabıları çıplak ayakla giydim. Tabiyatıyla otele geri döner dönmez ayaklarımı iyice yıkayıp yanımda getirmiş olduğum antiseptik krem ile iyice ilaçladım. Böylece Hindu mabedi maceramız da sona ermiş oldu.
Hafta sonu tatilimi geçirdiğim Fisherman’s Cove Deniz kıyısında nefis bir tatil köyü. Bana deniz kıyısında en ön sırada bir “cottage” ayırmışlar. Palmiyelerin gölgesinde, iki tane sallanan sandalyeli geniş bir verandası olan ve yüksek tavanlı kocaman banyolu, kocaman bir kulübe. Ayrıca önünüzdeki yeşil alanda bulunan palmiyelerin arasına bir de hamak germişler. Ancak burası da acayip nemli ve sıcak. Neyse, ilk iş olarak denize girmeye karar verip deniz kıyısına indim. Kulubeyle deniz arası yaklaşık 100 metre genişliğinde uçsuz bucaksız bir kumsal. İsterseniz burada kilometrelerce yürüyebilirsiniz. Tatil köyünün bu kadar denizden geride olmasının sebebi ise gel git olayı.
Uzaktan okyanus gayet sakin gözükse de sahil acayip dalgalı. Bizim Bodrum’da yaptığımız gibi saatlerce sakin sakin yüzmenize imkan yok, ancak kıyıda dalgalarla boğuşup sonra çıkıyorsunuz. Kıyıda, yakındaki balıkçı köyünün insanları, sahilden topladıkları deniz kabuklarının üstlerini oymalarla, kabartmalarla işleyip satıyorlar. O kadar sanat değeri yok ama pazarlık edip tanesi bir dolara iki tane küçük boy kabuk aldım. Böylece Atlas okyanusundan sonra Hint Okyanusunada girmek nasip oldu. Sırada Pasifik okyanusu var.
Buranın ıstakozları meşhurmuş. İki gece üstüste ıstakoz yedim. Birincisinde bizim bildiğimiz ızgara şeklinde kabuklarını kırarak, ikincisinde ise beyaz bir sosla yapılan şekliyle. Bu usulde, ıstakozu boylu boyunca kesip kabuğundan çıkarıyorlar, ve üstüne beşamel sosa benzer bir sos döküp fırında pişiriyorlar. Biraz daha az sos koysalar mükemmel olacak.
Biraz da yüzme havuzundan bahsetmem lazım. Havuz, nefis bir mekanda bitkilerle çevrilmiş vaziyette. İçinde belinize kadar suda oturduğunuz bir barı var. Barmen harika kokteyller hazırlıyor. Ancak ufak bir kusuru var. Su, güneşin altında herhalde 30 – 32 dereceye kadar ısınmış durumda. İlk girdiğimde şoke oldum, sanki Türk hamamı. Suda insana fenalık geliyor, barda oturmayı unutun! Sadece bir faydası var, o da sudan çıkınca esen rüzgarla serinliyorsunuz!
Fisherman’s Cove’un tek bir falsosu var o da kargalar. Maalesef her yer karga dolu ve devamlı bağırarak – gece gündüz – kafa ütülüyorlar. Bunun haricinde oldukça güzel bir yer.
Son olarak Hindistan’dan ayrılış ile ilgili bazı bilgiler vermek istiyorum. Mutlaka havaalanına uçağın kalkış saatinden 3 saat önce gidin, çünkü çok kalabalık. Her yerde en az yarım saat kuyruk bekliyorsunuz ve uçağa anca yetişiyorsunuz.
Evet, Hindistan böyle bir yer. Umarım sizle de bir gün gider de benim gibi bu ülkeyi iyisiyle kötüsüyle tanıma fırsatı bulursunuz. Bir daha gidermisin diye sorarlarsa tereddütsüz EVET!. Çünkü görecek o kadar çok şey varki….
Epilogue:
Bu seyahatten sonra 2007 yılı sonuna kadar Hindistan’a bazı yıllar 3 defa falan olmak üzere pek çok kere gittim. Bu ülkeyi çok sevdim ve pek çok dost edindim. Her toplumda olduğu gibi burada da iyi ve kötü insanlar var ama ben, bütün bu seyahatlerim esnasında, bir olay hariç hiçbir zaman kaba bir muameleyle karşılaşmadım. Hindistan kültür baıkımdan çok zengin bir ülke, keşfedilecek o kadar çok şey var ki. Benimki hep iş seyahati olduğu için pek azını keşfedebildim ama bu ülkede çok rahat ettim. Bunda belki biz yabancıların orada genel ortalama nüfusa göre çok daha rahat şartlar içinde yaşama imkanı bulabilmemiz. Acaba biz de o fakir insanlar gibi yaşasaydık aynı duygulara mı sahip olacaktım bilemiyorum.
Seyahtlerimden birisinde – ki iki hafta sürecekti – sevgili eşimi de götürdüm. Kendisi her ne kadar ilk gün gördükleri karşısında dönmeye kalkıştıysa da ikna edip kaldıktan sonra bu ülkeyi benim kadar o da sevdi. Biz gün içerisinde iş toplantılarıyla boğuşurken, o bir başka arkadaşımın eşiyle beraber gittiğimiz tüm şehirlerin altını üstüne getirdi ve inanın benim onca yıl seyahatlerimde gördüğümden fazla şeyler gördü. Diğer bir deyişle insan Hindistan’ı ya çok sever ya da nefret eder, ortası yok. Biz çok sevdik.