Sinop ve Çevresi

SİNOP VE ÇEVRESİNDE BİR KIŞ ZAMANI

(Not: fotoğrafların üzerine tıklarsanız büyültebilirsiniz)

Sevgili arkadaşım Rıza Erdeğirmenci, üzerinde çalışmakta olduğu üçüncü kitabı için fotoğraf çekimi yapmaya Sinop ve çevresine gideceğini söylediği zaman, ben de emekli ve bol zamanı olan bir kişi olarak kendisine katılmayı teklif ettim. Her ne kadar kendisi araba yolculuğundan hoşlanmasa da, arabayı benim kullanacağımı ve sohbet ede ede gideceğimizi söyleyip kendisini ikna ettim. Bu ikna etmede, dönüşte benim Ankara’ya devam edeceğimi ve kendisinin isterse uçakla dönebileceğini söylemem de etkili oldu herhalde.

Bir Pazartesi sabahı İstanbul’dan arabayla Sinop’a doğru yola çıktık. Rıza sabah kahvaltı etmediğini söyleyince ben de kendisin fazla aç bırakmamak için Sapanca gölünün yanında TEM üzerindeki Berceste tesislerinde mola verip karnını doyurmasını sağladım. Ancak burada ufak bir problemimiz oldu. Bunu özellikle belirtiyorum ki orada kahvaltı yapmak isteyen olursa tedbirli olsun.

Buraya girince kocaman bir açık büfe kahvaltı olduğunu gördük. Ben sadece çay içip tost yiyeceğimden Rıza kardeşim açık büfeye gidip bir şeyler almaya başladı. Ancak o sırada ben duvardaki yazıyı gördüm. Yazıda kahvaltının kişi başı 27.50 TL olduğu tabak sayısı değil kahvaltı eden kişi başına göre bu ücreti aldıkları yazıyordu. Bu sırada Rıza tabağına yarım simit bir parça peynir ve bir iki salatalık ve domates almış olarak döndü. Kendisine duvardaki yazıyı gösterip bu tabağa 27.50 TL vereceğini söyleyince durdu! Bunun üzerine garsonu çağırdık ve sorduk o da teyit etti. Ben de bir çay için bu parayı verip vermeyeceğimi sorunca çayın ikramları olduğunu söyledi ve ben de böylece rahatladım. Ama biz ısrar edince garson müdürü çağırdı ve o da aynı şeyleri söyledi. Onun üzerine tabağı geri gönderip birer çay ve birer tost söyledik. Burada enteresan olan bir şey yanımızdaki masada orta halli, iki çocuklu bir aile vardı ve anormal şekilde kahvaltı tabaklarını doldurmuş ve malı götürüyorlardı. Bu durumda toplam olarak 110 TL vermeleri gerekiyordu ve bu da tuhafımıza gitmişti zira hiç o parayı verecek bir aileye benzemiyorlardı. Biz de tekrar garsonu çağırıp bu ailenin kaç para vereceğini söyledik. O da çocuklardan para almadıklarını o ailenin sadece iki kişilik ödeme yapacaklarını söyledi. Seyahatin ilk dersi: Berceste de kahvaltı edecekseniz çok aç gidin ve alabildiğiniz kadar yiyecek alın veya yanınıza iki üç çocuk alın da adam başı ucuza gelsin!

Mengen:

Evet bu bilgileri öğrendikten sonra yolumuza devam ettik. Rıza’nın kitabının konusu esnaf lokantaları olduğundan o yöne gidip de Mengen’e uğramamak olmaz. TEM otoyolundan sadece 25 km içeri gidip Mengen’e varıyorsunuz. Biz Fehime ile Ankara İstanbul arasında gidip gelirken bazen Mengen’e sapıp yol üstündeki Müdür Restoran’a uğruyoruz. Burası Mengen’in en iyi lokantası. Yemekleri harika olan bu lokanta bizi hiçbir zaman mahcup etmedi. Tipik bir Anadolu esnaf lokantası. Yaklaşık 45 yıllık bir aile işletmesi. Sahibi Sayın Ahmet Öksüz’e niyetimizi anlatınca çok emnun oldu ve bize her türlü yardımı yaptı. Oğlu kasada duruyordu. Bu arada öğlen olmuştu ve biz de tabiyatıyla yemek yiyelim dedik. Menü olarak da buğday çorbası, patlıcanlı, kuşbaşılı ve kaşarlı çömlek kebabı ile aşure aldım. Hepsi biribirinden güzeldi. Ahmet Bey’e burada kendisinin ki gibi başka yerler olup olmadığını sorunca, tüm yetişenlerin İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlere otellere çalışmaya gittiğini ve kendisinden başka geleneksel bir işletme bulunmadığını söyledi. Yazık. Kendisinden sonra çocuklarının bu işi devam ettirip ettirmeyeceği şüpheli, zira oğullarından birisi İstanbul’da avukatlık yapıyormuş. Kasadaki oğlu da bu işi devam ettirir mi bilemiyorum. Buna benzer bir olayla da Boyabat’ta da karşılaştık ki aşağıda detaylı olarak orayı anlatınca anlayacaksınız ne demek istediğimi.

foto_01 (1024x683) (2)

Mengen Müdür Lokantası sahibi Ahmet Öksüz ve Rıza

Neyse, Rıza çekimlerini bitirdi ve ben de kendisine bir de Mengen’de buluna Ahçılık Meslek Okulunu göstermek istedim. Bu okula Fehime ile daha önce bir kere deneyelim diye gidip öğle yemeği yemiştik. Ancak tam bir hayal kırıklığı olmuştu. Siz siz olun Mengen’de yemek isterseniz Müdür Restoran’dan şaşamayın derim. Buranın bahçesini de şöyle bir turlayıp yolumuza devam ettik.

Kastamonu:

Evet Gerede’den sonra TEM’den çıkıp Karabük üzerinden Kastamonu’ya doğru devam ettik. Kastamonu’ya geldiğimizde artık çay vakti gelmişti ve biz de biraz şehri gezip bir çay içelim dedik. Kastamonu çok tarihi bir şehir. Eski evleri restore etmişler ve orijinal halinde muhafaza ediyorlar. Burada önce “Deve Hanı” denilen bir yeri ziyaret ettik. Burada bir cami ve İsmail Bey Külliyesi var. Külliyenin tarihi 1400’lere Fatih Sultan Mehmet zamanına dayanıyor. Fotoğraflarımızı çekip Kastamonu’nun tarihi merkezini görelim diyerek sağa sola sorup bulduk ve arabayı park edip ara sokaklarda dolaşmaya başladık. Evet Kastamonu tarihi bir şehir ancak tüm eski Türk şehirlerinde olduğu gibi tarihi eserler modern olduğu iddia edilen! yeni yapılarla çevrilmiş durumda. Bu tarihi hamamların, bedestenlerin, külliyelerin etrafı zevksiz ve çirkin yeni yapılarla ve bir yığın eğri büğrü yine zevksiz, birliktelikten uzak tabelalarla dolu. Bunu Sinop’ta da gördüm. Niye bu eski eserlerin etrafındaki yapıları o zamanın mimarisine uydurmuyoruz ki? Çok mu zor? Burada göreceğiniz fotoğraflarda bunu daha iyi anlayacaksınız.

Buradaki eski çarşının içinde bir fırından Kastamonu simidi aldık ve yandaki kahvede çayımızı içip simidimizi yedik. Bu simidin hamuruna pekmez konuyormuş ve üzeri susamsız. Gerçekten çok değişik ve çok güzeldi. Neyse sokaklarda biraz daha dolanıp yolumuza devam ettik.

sinope005 (1024x683)  sinope008 (1024x683)

Kastamonu İsmail Bey Külliyesi                        Eski Kastamonu  Evleri

foto_02 (1024x683)   sinope024 (1024x683)

Külliye içindeki cami                                            Tarihi Hamamın yeni yapılar içindeki                                                                                                   sıkışmış hali

foto_03 (1024x683)

Kastamonu Simit Fırını

Taşköprü üzerinden Boyabat’a oradan da kuzeye saparak Sinop’a gidiyorsunuz. Taşköprü’nün de çok tarihi bir yer olduğunu biliyor ve gezmek istiyordum ancak vakit geç olduğu için dönüşte uğrarım hesabını yapmıştım ancak kısmet olmadı zira Ankara’ya başka bir yol üzerinden dönünce buraya uğrayamadım. Boyabat’a geldik ve Sinop sapağını araya araya şehrin içinen geçip Samsun yoluna girdik. Hala sapak arıyoruz ama bir türlü karşımıza çıkmadı ve biz 25 km ötedeki Durağan kasabasına kadar gittik. Bir yanlışlık olduğunu anlayıp birisine sorduğumuzda Sinop sapağının Boayabat’tan önce olduğunu ve kaçırdığımızı söyledi. Biz de  o kadar yolu geri dönüp kaçırdığımız kavşağı bulduk. Herhalde Rıza ile laflarken atlamış geçmişiz. Bu da bize ilave bir saat kayba sebep oldu. Neyse, hava kararmıştı ve Sinop’a gitmek için daha 75 km yolumuz vardı ve önce bir dağı çıkıp onu tekrar inmemiz gerekiyordu. Bu dağın altından tünel açılmış ki oldukça işimizi kolaylaştırdı. Bildiğim kadarıyla burası Dranaz geçidiydi. Hatırlayacaksınız şair Ahmet Muhip Dranas Sinop’ludur ve orada bir de heykeli var. Bu seyahatte hava bizden yana değildi ve çoğunlukla kar ve yağmurda yol yaptık. Tüneli geçip dağın kuzey tarafına varınca da tipi başladı. Neyse yol kar tutmuyordu ve bizi fazla etkilemedi.

Sinop:

Sinop’a yaklaşık 25 – 28 yıl önce falan bir kere gelmiştim. O zaman küçücük bir yerdi şimdi ise her yer gibi kocaman bir şehir olmuştu. Önce benim kalacağım Antik Otel’i bulduk ve ben check-in’imi yaptım. Yeri gelmişken bu otelden biraz bahsedeyim.

Burayı booking.com’dan buldum. Üç yıldızlı ama oldukça düzgün bir yer. Şehrin merkezine biraz uzak kalıyor ve önü kum ve deniz. Yazın çok güzel olacağını tahmin ediyorum. Sinop biliyorsunuz bir yarımada üzerinde kurulu ve bu otel de yarımadanın güney tarafında ki Karadeniz’in meşhur dalgalarını almıyor ve rügar güneyden esmedikçe burada deniz göl gibi. Fazla lüks istemiyorsanız oldukça iyi bir yer. Burada kaldığım sürece hiç lokantasında yemek yemediğim için mutfağı konusunda bir yourm yapamıyorum. Sinop’ta başka oteller de var. Mesela şehrin merkezinde – yine güney tarafında – 117 diye bir otel var. Oldukça şık duruyor ama önünde girilebilecek bir plajı yok çünkü mendireğin içine bakıyor.

foto_04 (1024x683)

Antik Otel’in balkonundan sabah ışıkları

Otele yerleştikten sonra Rıza’nın arkadaşının kuzeni sevgili Ahmet Övet gelip bizi buldu ve şehrin öteki ucunda Rıza’nın kalacağı arkadaşının evine götürdü. Onu da oraya yerleştirdikten sonra hep beraber yemeğe gittik.

Yemeği yukarıda bahsettiğim Otel 117’nin sırasında Saray lokantasında yedik. Sinop’un en iyi balık lokantalarından birisiymiş ki yediğimiz her şey pek güzeldi. Ancak Sinop’ta porsiyon büyüklükleri konusunda bir problem var. Mesela iki kişilik bir salata istedik dört kişilik gelince ziyan olmasın diye geri gönderttik ve küçülttük ama üç kişi için bile fazlaydı. Yine iki kişilik hamsi istedik, maaşallah yine dört kişilik geldi ama bu sefer üç kişi afiyetle onu bitirdik. Fiyatlar makul.

Ertesi sabah Ahmet Övet bizi kahvaltıya davet etti ve yine kıyıdaki Yalı Kahve’de Sinop’un yerel bir lezzeti olan fırından yeni çıkmış sıcacık “Nokul” ve gözleme ile kahvaltımızı yaptık. Nokul bizim kol böreğine benzer bir börek ama pek de lezzetli. Sinop’a gidenlere tavsiye ederim.

Burada Sinop’tan biraz daha bahsetmek istiyorum. Yapılan araştırmalara göre Türkiye’nin en mutlu insanları Sinop’ta yaşıyorlarmış. Zaten şehrin girişinde belediyenin yaptırdığı bir ışıklı levhada “Mutluluğa Hoşgeldiniz” gibi bir şey yazıyordu. Sinop halkı çok rahat, medeni, kaç göç yok herkes birbirine saygılı ve derli toplu bir şehir. Anadolu’nun diğer şehirlerine benzemiyor. Mesela Boyabat da Sinop’un kazası ama orada geçirdiğimiz bir yarım günde gördüklerim oranın Sinop’a göre daha fazla muhafazakar olduğunu gösteriyordu. Tabiyatıyla denizin büyük etkisi var.

Sinop da tarihi bir şehir ve amazon kadınlarının buralı olduğuna dair mitler var. Merak eden Google amcadan öğrenebilir. Burada şu anda gezilebilecek üç yer var. Bunlar meşhur Sinop Hapishanesi ki şu anda müze, Alaattin Cami ve Külliyesi, bir de etnoğrafya müzesi. Kısıtlı vakitten dolayı ilk ikisini gezdim ama etnoğrafya müzesini gezemedim.

Sinop Hapishanesi: Burası aynı zamanda vaktiyle şehrin kalesiymiş. Tarihi 1215 e dayanıyor. Hapishane ise 1882 yılında kale içinde yapılmış. Hayatımda ilk defa bir hapishane ziyaretinde bulunuyordum. Her ne kadar müze olsa hemen hemen her şeyi olduğu gibi bıraktıkları için çok etkileyici. İnsanların orada nasıl yaşadıklarına dair çok çarpıcı görüntüler var. Oraya giderseniz mutlaka geziniz. Hapishanede bir de “Parmaklıkar Ardında” adlı tv dizisi çekimi yapıyorlarmış ve eski koğuşlardan birisini set haline getirmişler. Biz oradayken çekim yoktu ama koğuşu(seti) parmaklıklar ardından görebildik. Bu hapishane bildiğinizi gibi Cumhuriyet döneminde pek çok ünlü kişinin yattığı yer. Bunlardan en ünlüsü şair Sabahattin Ali ve ünlü şiiri:

Başın öne eğilmesin /Aldırma Gönül Aldırma / Ağladığın Duyulmasın/ Aldırma Gönül Aldırma….

sinope105 (1024x683)      sinope130 (683x1024)

Hapishanenin dıştan görünüşü                              Bir koğuş kapısı

 

sinope109 (1024x683)    sinope138 (1024x683)

Burada yatıp çıkıp 27 yıl sonra ziyarete             Hapishanenin girişindeki veciz yazı!                gelen birisinin bir duvara yazdığı yazı

sinope143 (1024x683)

“Parmaklıklar Ardında” dizisinin seti

Alaattin Cami ve Külliyesi: Ne zaman yapıldığı hakkında bir bilgi olmasa da Çandaroğulları zamanında (1322-1461) tamir gördüğü belirtilmektedir. 1850 yılında ise esalı bir onarım görmüş. Burada dikkatimi çeken şey caminin karşısında medres olan yerin bugün bir dükkanlar manzumesi haline getirilmiş olması. Acaba neden eski halinde muhafaza edilip müze olarak kullanılmaz. Kastamonu’da da aynı şey vardı. Anlaşılan gelir elde etmek için bu yola başvuruyorlar.

sinope241 (1024x683)   sinope245 (1024x683)

Alaaddin Cami ve Şadırvanı                               Külliye Medresesinin bugünkü hali

Sinop’ta ayrıca balıkçı teknelerini de görmek gerekiyor. Bunları limada yatarken gördüğünüzü zaman ne kadar büyük olduklarını anlıyor ve bir seferde tonlarca balık yakalayıp başka şehirlere gönderdiklerini öğreniyorsunuz. Bu arada Sinop’ta tanıştığımız hemen hemen herkesin bir kayığı veya motörü var ve ne zaman boş bir vakit bulsalar balığa çıkıyorlar. Avladıkları balığı da tüm dostları ile paylaşıyorlar. Buraya Eylül veya Ekim’de gelip lüfere çıkmak isterim. Çok eğlenceli olacağına eminim.

foto_07 (1024x683)

Sinop’un balıkçı tekneleri

Sinop demişken bir de buranın geleneksel ama ölmeye mahkum bir sanat dalından bahsetmek istiyorum. O da gemi maketçiliği veya modelciliği. Bu konuyu ayrı bir yazı olarak yazacağım. Ama üzüldüğüm nokta artık bu işi yapan genç ustaların yetişmediği ve belki de 20-30 yıl sonra bu işi kimsenin yapacak olmayışı. İnşallah yanılırım.

Boyabat:

Ertesi günkü programımız Boyabat’a gidip Doyum Lokantası’nı bulmak ve orada çekim yapmaktı. Biz de yine dün gece geldiğimiz yola koyulduk ve Dranaz geçidine doğru çıkmaya başladık. Tabiyatıyla biraz yükselince yine tipi başladı ama tüneli geçip dağın güney yamacına varınca hava birden parçalı bulutlu ve güneşli oluverdi.

Doyum lokantası Boyabat’ın içerisinde “Orta Çarşı” denilen bir yerde. Aşağıda yazacaklarım Doyum Lokantası’nda bizimle tanışmak ve bize bilgi vermek için özellikle gelen tarih hocası Sayın Fadıl Cısdık’tan öğrendiğim bilgilerdir.

Önce Orta Çarşı’nın hikayesi: Orta Çarşı denilen yer bugün birçok işyerinin bulunduğu ve sadece Boayabat’lıların değil çevre köylerden gelen insanların ihtiyaçlarını giderdiği bir yer. Burada, ahşap kapı pencere satanlardan tutun da zirai alet ve ilaç satanlara, hırdavatçılara, bakırcılara kadar pek çok dükkan var. Burası 1924 yılında bir yangınla yok olmuş. Onun üzerine o zamanki hükümet bir ihale açmış ve bu ihaleyi bir İtalyan firma kazanmış. Tahmin edersiniz o tarihlerde Türkiye’de inşaat yapacak yerli bir firma pek mevcut değil. İtalyan firma burayı ada ada yapmış ve her ada bir “Arasta”ymış. Bildiğiniz gibi arasta belli meslek gruplarının toplandığı iş yerleri. Şu anda bu arasta’dan sadece bakırcılar kalmış. Diğer adalar hepsi karmakarışık. Bunun ötesinde İtalyanlar her adayı ayrı bir mimari tasarımla yapmışlar. Aşağıdaki fotoğraflarda bu mimarilerden günümüze kalan bazı yapıları görüyorsunuz. Tabiyatıyla zaman içerisinde bunların bazıları değişikliğe uğramış ve bugünkü melez görüntü ortaya çıkmış.

sinope060 (1024x683)  sinope059 (1024x683)

Boyabat Orta Çarşı’da İtalyan mimarisinden kalanlar

Bir de bu çarşının hemen yanında bir Kemal Dede cami var ki hikayesi hem ilginç hem komik. Şöyleki, bu cami kalın taş duvarlı ve kubbesi ahşap olarak 1740 da inşa edilmiş. 1882 de de bir tamirat görmüş. Ancak 1967 de çok eskidiği için yıkılmış ve yenisi yapılmış.  Fadıl Hoca bu camiyi yeniden restore ettirmek için kurulan derneğin başı. Yaptıkları ölçümlerde yeni yapılan bu caminin kıblesinin kaçık olduğunu keşfetmişler. Hem de yaklaşık altmış derece falan! Bir de bu cami ihtiyaca cevap vermediğinden yıkılıp yeniden yapılmasını istiyorlar. Ancak bu gibi işlerde olduğu gibi T.C. bürokrasisi burada da kendini gösteriyor. Anıtlar kurulu(Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu) ile yapılan görüşmelerde anlaşılıyor ki onların kayıtlarında 1967’de yapılan cami yok, 1740 da yapılan cami var! Anıtlar kurulu bunun üzerine 1967 de yıkılan cami için yıktıranlar hakkında dava açıyor! Şu anda o kişilerden sadece ikisi hayatta ve 90 yaşın üzerinde J! Anıtlar Kurulu caminin yıkıldığını ancak 50 yıl sonra fakediyor!!!! Bununla beraber, dava devam ederken Anıtlar Kurulu insafa gelip kıblesi düzgün olan ve eskisine sadık daha büyük bir cami yapımı için finansmanı buluyor. Şimdi iş bu safhada, bakalım yenisi ne zaman yapılacak? Aziz Nesin hikayesi gibi değil mi?

Doyum lokantasının hikayesine gelince: Burasının 1892’lerde de Ahçı Hakkı Doyum Ötürük tarafından kurulduğu biliniyor. Yani yaklaşık 123 yıllık bir müessese. Adı Sebat Lokantası ama kime Doyum Lokantası diye sorsan biliyor. Ondan oğluna, oradan torununa derken en son torun olan Hakkı Doyum 2003 de vefat ediyor ve erkek evladı olmadığı için lokanta bir müddet başkasına veriliyor. Ancak daha sonra Hakkı Doyum’un damadı Ahmet Keskin ikna edilerek lokantanın başına geçmesi sağlanıyor. Ahmet Bey cana yakın, çok sevimli ve asıl mesleği lastik tekerlekli dozer operatörü. Ancak aile işinin devamı için mesleği bırakıp bu işe koyulmuş ve de çok başarılı olmuş.

sinope055 (1024x683)    sinope062 (1024x683)

Fadıl Hoca ve Ahmet Keskin                                Doyum Lokantası

Lokantanın ahçısı Mehmet Usta. Fadıl Hoca’nın söylediğine göre günde altı öğün yemek yiyormuş ama hiç de öyle şişman bir kişi değil. Buranın yemekleri harika. Mehmet Usta bize önce kavurma ikram etti ki olağanüstüydü. Boyabat’ın yemek özelliklerinden birisi kışın hindi yazın da kuzu yemeleriymiş. Mehmet Usta kendisi bir kuzu şiş yöntemi geliştirmiş. Bu da şişleri düşey bir mangalda değişik bir şekilde pişirmesi. Bizim için bundan da yaptı ve bu da olağanüstüydü. Ancak bir nokta var ki bu şiş kuzu zamanı yani baharda yapılması gerekiyor. Bizim için biraz erken oldu. Zaten biz yerken yerli müşteriler geldi ve onlara “Şiş istermisiniz?” diye sorunca onlarda “Daha erken değil mi bu mevsimde şiş yapılır mı?” diye biraz serzenişte bulundular O da durumu onlara izah etti.

sinope050 (1024x683)   sinope057 (1024x683)

Mehmet Usta ve özel kuzu şiş yaptığı               Özel kuzu şiş ve Boyabat pilavı                            kendi imalatı özel mangal

Boyabat’ın diğer meşhur yemekleri arasında ekşili köfte ve sırık kebabı da varmış ancak biz yiyemedik. Belki bir dahaki sefere. Biliyorsunuz buraların pirinci de çok meşhur. Aslında Tosya pirincini biliriz ancak esas pirincin yeri Boyabat’mış. Tabiyatıyla her şehir kendisininkini iyi olduğunu söyler. Ancak Fadıl Hoca bir tek Boyabat ovasında yetişen “Kara Kılçık” diye bir pirinç cinsinden bahsetti ki en meşhuru buymuş fakat çok az ekildiği için ancak yerli halk kendisi yiyor ve başka şehirler satmıyorlarmış. Sağolsunlar biz giderken bize Boayabat pirinicinden hediye ettiler. İstanbul’a gelince Fehime ondan pilav yaptı ve söylediğine göre çok iyi bir pirinçmiş.

Son Olarak Boyabat’ın isminden bahsetmek istiyorum. Boyabat “Boy” ve “Âbat” sözcüklerinden gelip “Uzun” ve “”zengin ova” manasına geliyormuş. Hani biz de bir laf vardır“Âbat oldu” diye. Onun gibi işte.

Boyabat’tan döndükten sonra Sinop’ta biraz çarşıyı ve gemi modelcilerini dolaşıp akşam tekrar Saray lokantasında tekir ve rakı yaptık. Dediğim gibi burada prosiyon büyüklüğü sorunu var. Tek bir tekir porsiyonunu iki kişi zor bitirdik.

Erfelek:

Ertesi gün sabah kahvaltımızdan sonra Erfelek’e doğru yola çıktık. Burası Sinop’un güneybatısında Sinop’a yaklaşık yarım saat mesafede küçük bir kasaba. Burada Rıza’ya daha önceden tavsiye edilen Tohumat Lokantasını bulduk. Burasının sahibi Bedri ve Şengül Tohumat. Soyadları entersan, Bedri Bey’ göre dedesi öyle seçmiş niye bilmiyor.

Tohumat Lokantası Doyum Lokantasından biraz farklı. Herşeyden önce daha beş-altı yıllık bir yer. Yeni bir binanın alt katında, dekorasyonu tarihi bir değer taşımıyor. Bedri Bey 27 yıl Erfelek Belediyesinde yazı işleri müdürlüğü, ve evlendirme memuru olarak çalışıp ayrılmış, eşi Şengül Hanım’ı ikna edip burayı açmışlar. Şengül Hanım bize: “Bu adam 27 yıl belediyede çalıştı bir şey yapamadık burayı açtık beş yıl sonra bir ev aldık!” dedi. Yiyecek işi her zaman iyi para getiriyor anlaşılan, Erfelek’te olsan bile.

sinope159 (1024x683) (2)   sinope161 (1024x683)

Tohumat Lokantası sahipleri Bedri Bey                  Şükran Hanım ve “zılbıt” otu                        ve Şükran Hanım

Bedri Bey, Erfelek’in bize gurbetçi yeri olduğunu söyledi. Şöyleki buranın kış ile yaz nüfusu arasında çok büyük fark varmış. Zira Erfelek dışarıya çok göç vermiş. Yazın tüm bu insanlar memleketlerine tatile gelirlermiş. Erfelek’in nesi meşhur diye sorduğumuzda “kestanesi!” diye söylediler ve bize getirdiler. Bu kestaneyi manavda görsem almam zira çok küçük ve hiç de güzel durmuyor. Ancak çiğ olarak yemeğe başlayınca ne kadar yanıldığımı anladım. Bu kadar tatlı ve lezzetli bir kestane olur mu? Ayrıca buralardaki kestane ağaçlarının bolluğundan burada bir de “kestane balı” olurmuş. Rıza arkadaşım almak istedi ancak Bedri Bey bu balın Eylül ayında falan çıkacağını şu anda satılanların geçen senenin mahsulü olduğunu ve tavsiye etmediğini söyleyince biz de vazgeçtik.

Şengül Hanım’ın yaptığı ve bizim bilmediğimiz yemeklerden bir tanesi de “Zılbıt” denilen bir ottan yapılan yemek. Bu ot ıspanak gibi bir şey ve ıspanak gibi pirinçli veya kavurma şeklinde yapılıyor.

sinope166 (1024x683)

Erfelek Kestanesi

Ayancık: 

Erfelek’i bitirdikten sonra Sinop’un batısında diğer bir kazası olan ve Karadeniz kıyısındaki Ayancık’a doğru yola çıktık. Yol Erfelek’ten sonra sola sapıp bir dağı aşıyor ve Ayancık’a varıyor. Dağ deyince kışsız olur mu? Yine sis ve kar. Neyse olaysız Ayancık’a vardık ve “Bizim Lokanta”yı bulduk. Burası da tipik bir esnaf lokantası ve işletmecisi İbrahim Bey. Ayancık denize bakan bir vadiye kurulmuş ince uzun bir kasaba. İki tane ana caddesi var ve “Bizim Lokanta” da bunlardan birisinde. Bu caddelerden birisinin adı Prof. Dr. Azmi Hamzaoğlu diğerinin adı da Övet caddesi.  Daha sonra Ahmet Övet’le (ki kendisi Ayancık’lı) Sinop’ta yaptığımız konuşmada Ayancık’ın eskiden çok modern bir kasaba olduğu ve bir zamanlar üç tane tiyatrosu ve sinema salonları olduğunu söyledi. Bunun sebebinin de vaktiyle burada Türkiye’nin en büyük kereste fabrikasının Belçika’lılar tarafından kurulduğu ve Belçika’lıların zaten aydın olan Ayancık’lıları pozitif yönde etkilediğini ve çok kültürlü bir şehir haline getirmesi olarak izah etti.

sinope178 (683x1024)  Ayancık’taki değişik mimari tarzındaki evler

Neyse, Ayancık’ta da Rıza çekimlerini bitirip Sinop’a doğru sahilden yola koyulduk.

İnceburun ve Hamsilos:

Sinop’a gelirken yol Türkiye’nin en kuzey ucu olan İnceburun’a ve ona yakın bir mesire yeri olan Hamsilos Tabiat Parkına uğradık. İnsanın ülkesinin en kuzey ucunu görmesi entersan bir duygu. Mevsim yüzünden ve hafta arası olmasından dolayı bizden başka hiç kimse yoktu. O anda memeleketin en kuzey ucunda bir tek sen varsın. Geri kalan herkes senden daha güneyde. Hiç böyle bir deneyim yaşamamıştım.

Hamsilos Parkının içinde Akliman diye kuzey rüzgarlarına kapalı bir koy var ve bu Türkiye’nin tek doğal fiyordu olarak kabul  edilmekle bearber oluşumu açısından fiyord özelliği taşımıyormuş. Şimdi bu ne demek diye sorarasanız valla broşürde böyle yazıyordu ben de anlamadım! Burada pek çok ufak tekne demirlemiş veya kıçtan kara bağlanmışlardı. Söylendiğine göre yazın iğne atsan yere düşmüyormuş. Bu Hamsilos’a gelirken uzun kumluk bir plaj var. Bu yolun etrafında pek çok “mobilyalı kiralık ev” levhası gördük. Anlaşılan yazın insanlar burada ev kiralayıp tatillerini geçiriyorlar.

foto_08 (683x1024)                                   foto_010 (1024x683)

Türkiye’nin en kuzey ucu İnceburun feneri            Hamsilos parkındaki Akliman

Sinop Obur Lokantası:

Sinop’tan o gün öğlene doğru ayrılıp Ankara’ya gidecektim ancak vaktim olduğu için, kahvaltıdan sonra Rıza ile Sinop’un meşhur esnaf lokantalarından “Obur Lokanta”sına gittik. Buranın sahibi Sümer Bey eşi Tayyibe Hanım. Lokanta çarşı içinde. Çok temiz ve düzenli. Sümer Bey teknik ressamlıktan emekli ve çok titiz bir insan. Etraf ve mutfak pırıl pırıl. Sabah gittiğimizde o günkü menünün duvarda asılı cam tabelaya yazılma vakti gelmişti. Sümer Bey bu tabelayı duvardan indirdi, camsil ve cifle bir önceki günün menüsünü camın üzerinden sildi ve yeni menüyü Tayyibe Hanım’dan öğrendikten sonra büyük bir titizlikle yazının eğri gitmemesi için altına cetvel koyarak keçe kalemle çok düzgün harflerle yazdı. Ne de olsa teknik ressam!

sinope227 (1024x683)        sinope233 (1024x683)

Obur Lokantası sahibi Sümer Bey ve                      Sümer Bey günlük menüyü                            sevgili arkadaşım Rıza                                                güncellerken

Burada hayatımın en güzel mantılarından birisini yedim. Kahvaltıdan saat 09:00 da kalkmıştık ve lokantaya gittiğimizde ben saat 11:00 gibi Ankara’ya doğru yola çıkacağımı laf arasında söylemiştim. Rıza İstanbul’a uçakla öğleden sonra döneceği için onun vakti çoktu. Tayyibe hanım ben erken gideceğimi duyduğu için bana ikram olarak saat 10:30 da koca bir tabak mantı ikram etti. Bu mantının özelliği tabağın yarısının bildiğimiz klasik matı, diğer yarısının ise cevizli mantı olmasıydı. Cevizli mantı, mantının üstüne  tereyağ gezdirip onun üstüne rendelenmiş ceviz serpilmesi. Karnım tok olmasına rağmen onları kırmayarak tabağın ancak yarısını yiyebildim. Ne de olsa sabah 10:30 da mantı ancak o kadar yenilebiliyor! Fakat şunu özellikle belirtmeliyim ki cevizli mantının tadı damağımda kaldı. Olağanüstü bir lezzet! Herkese tavsiye ederim.

Neyse yola çıkma vakti geldi ve ben de Boyabat’tan yeni yapılan Tosya yolunu kullanarak Çankırı üzerinden Ankara’ya geldim. Yol çok güzel ve dört saatte Sinop’tan Ankara’ya gelebiliyorsunuz. Tabiyatıyla o kadar toktum ki Ankara’da akşam yemeği bile yiyemedim, bir domates ve bir salatalıkla idare ettim.

Rıza ile yapmış olduğumuz bu dört günlük Batı Karadeniz gezisi beni çok uzun yıllar önce işim gereği senede bir kaç defa yaptığım Doğu ve Güneydoğu Anadolu seyahatlerime götürdü. O zaman gençtik, on gün onbeş gün o şehir senin bu şehir benim dolaşırdım ve hiç yorulmazdım. Doğal olarak artık bu kadar uzun araba kullanmaktan – her ne kadar çok seviyorsam da – yoruluyorum, ama yeni yerleri görmek, yeni insanlarla tanışmak beni mutlu ediyor. Bu seyahatte tanıştığımız tüm insanlar bize çok yardımcı oldular, alaka gösterdiler. Hepsine teşekkür ederim. İnsanlarımız büyük şehirden gelen kişilere her zaman kapılarını açıp yardımcı oluyorlar. Bunlarla bizim hiç bir menfaat ilişkimiz yoktu, ne onlar bizden ne biz onlardan bir şey bekliyorduk. Amacımız sadece sohbet edip, fotoğraf çekmek ve onları tanımaktı. Yani eskiden iş için gittiğimde bir kısmı ne de olsa ortada bir menfaat olduğu için (mesela bayi ziyareti) misafirperverlik gösteriyorlardı. Tabiyatıyla aralarında hakiki dost olanlar da vardı ki hala o bir kaç tanesiyle aradan 25 yıl geçmesine rağmen görüşüyorum. Öbürleri unutludu gitti…

Umarım yine böyle güzel Anadolu gezileri yapmak kısmet olur…

Kutluk Armaoğlu – Mart 2015