Nisan 2016
Sevgili karımla 40. evlilik yıldönümümüzü kutlamak üzere 2016 yılı Nisan ayının ilk haftasında daha önce görmediğimiz Portekiz’e gitmeye karar verdik.
Tabii ki Schengen vizesi olmayan her Türk vatandaşı gibi önce vizeye müracaat etmemiz gerekiyordu. Haberiniz olsun, İstanbul’da Portekiz konsolosluğu olmadığı için Portekiz Schengen vizesini İstanbul’daki Macar başkonsolosluğu veriyor. Her Avrupa ülkesinin konsolosluklarında vize süresinin belirlenmesi vize memurunun o günkü ruh haliyle ilgili olduğundan bize birer yıllık vize vermişler. Benim ve karımın pasaportlarında daha önceden defalarca alınmış ve hatta üç yıllık vizeler olmasına rağmen böyle uygun görmüşler. Bizden bir hafta sonra müracaat eden arkadaşlarımıza ise iki sene uygun görmüşler. Sebebi dediğim gibi vize memurunun bir gün önce karısı veya kocası ile kavga edip etmediği, patronundan fırça yiyip yemediği ile alakalı. Neyse bunu da sineye çektik.
Lisbon’a bir Pazar günü öğleden sonra vardık ve pasaporttan çıktıktan sonra ilk iş olarak oraya daha önce gitmiş olan arkadaşlarımızın tavsiyesi üzerine 72 saatlik Lisbon Card aldık. Bu hakikaten akıllıca bir şey oldu zira çok ekonomik oluyor.
Havaalanından otobüse binip Restauradores meydanında indik. Bu seyahatte Lisbon ve Porto’da kalacağımız yerleri AirBnb’den ayarladık. İlk defa bu uygulamayı kullandık ve çok memnun kaldık. Her iki şehirde de seçtiğimiz yerler hem lokasyon hem de kalite açısından nefisti. Ev sahipleri de ayrıca çok yardımcı oldular.
Restauradores meydanı Lisbon’da kalacağımız eve çok yakın. Zaten gitmeden önce ev sahibesi Adriana ile yaptığım yazışmalarda bana nasıl geleceğimizi tarif etmişti. Ve onun sayesinde çok kolay bulduk. Eğer Lisbon’a giderseniz, burayı hararetle tavsiye ederim. Adriana 2 çocuk annesi genç bir kadın ve çok cana yakın ve yardımsever. Bize ev ve Lisbon ile ilgili hazırladığı dosyayı ve çok güzel bilgiler verdi. Çok faydasını gördük.
Eve yerleştikten sonra kendimizi sokağa attık ve serseri mayın gibi dolaşmaya başladık. Lisbon, İstanbul gibi 7 tepe üzerine kurulmuş bir şehir fakat esas San Fransisco ile üç özellik bakımından birbirine çok beniyor. Birincisi her ikisi de tepeler üzerine kurulmuş. İkincisi tramvayları biribirine benziyor, üçüncüsü ise Lisbon’da San Fransisco’daki Golden Gate köprüsünün aynısı var.
Bizim gittiğimiz Pazar ve ertesi günü için hava yağmurluydu. Biz de önce yürüyerek (daha doğrusu tırmanarak) tepedeki Chiado meydanına geldik ve de yürürken aşağı doğru inen bir funikülere rastladık. O sırada da yağmur yağmaya başladığı içi fazla ıslanmayalım diye buna bindik ve bizi nereye götürürse oraya gitmeye karar verdik. Alet beş dakikalık bir yolculuktan sonra bizi deniz kıyısı tarafında indirdi. Biz de ne yapalım derken ileride kocaman bir bina gördük. Üstünde “Time Out Lisbon” yazıyordu. Burası nedir diye merak ederek içeri girdik ve çok sevindik. İçerisi insan kaynıyordu ve her taraf yemek yeme yeri ile doluydu. Burasını şöyle tarif etmek gerekir. Kocaman hangar gibi bir bina, çevresinde fast food satılan yerler var, ortada ise masalar. Buralardan istediğini alıp maslardan herhangi birisine oturup yiyorsun. Ancak fast food dediyesek hamburger falan değil, bayağı Portekiz yemekleri, deniz mahsulleri vs. Çevredeki yemek satan yerlerin arkasında da bir koridor var ve bu dükkanların o tarafa bakan yüzlerinde ise tabureler var ve oturduğun yerden sipariş veriyorsun. Biz de orada “Sea Me” diye bir yer gördük ve hemen taburelere çöktük. Burayı seçmemizin nedeni Adriana bize şehirde en iyi balık yenilen yerlerden birisi olduğunu ve gitmemizi söylemişti. Bu ise onun küçük bir şubesi.
Lisbon Time Out – Sea Me ve nefis ton balığı
Burada çok güzel çiğ ve marine edilmiş ton balığı ve çok güzel beyaz şarap içip karnımızı oldukça ucuza ve nefis şekilde doyurduk. Sonra geldiğimiz yoldan geri dönerek evimize yorgun argın mutlu fakat yağmurdan ıslanmış bir halde döndük.
Ertesi gün yine yağmurlu olduğu için kapalı mekan olarak Gülbenkyan Müzesini gezelim dedik ve hemen bizim evin yakınındaki metroya binip buraya geldik. Gülbenkyan müzesi hakikaten çok güzel. Ben o kadar müze seven birisi değilimdir ancak buradaki gerek İslam sanatı, gerekse diğer sanatlara ait eserler hakikaten göz kamaştırıcı. Benim bile hoşuma gitti. Yağmurun azalacağı ümidiyle buranın Café’sinde öğle yemeğimizi yiyip tekrar metroya bindik ve bu sefer Portekiz’in meşhur Nata’sını yemek için Chiado meydanına yakın küçük fakat meşhur bir pastanesine geldik. Nata bir tatlı. Hamur ve krema ile yapılıyor. Buradaki nata hakikaten güzeldi.
Portekiz’in meşhur Nata’sı
Hava yağmurlu olduğu için Lizbon’un meşhur 28 numaralı tramvayına binersek hem oturur, hem gezer hem de ıslanmayız diyerek, Chiado’dan Martim Moniz meydanına yürüyerek geldik ve tramvay kuyruğuna girdik. Sağolsun Adriana bize bu tramvayda mutlaka oturarak seyahat etmemizi aksi halde bir şey görmeyeceğimizi söylediği için biz de sırada kendimizi öyle ayarladık ki gelen tramvaya ilk biz bindik ve istediğimiz gibi oturduk. Bu tramvay Lisbon’un batısından başlayıp tepelere çıkıyor ve tekrar güneye deniz kenarına inip, oradan doğuya gidiyor ve şehrin doğusundaki bir mezarlığın yanında son buluyor. Binip gezmeye değer. Lizbon’u çok ucuza gezmiş oluyorsun.
Lisbon’un ünlü 28 no.lu tramvayı
Son durakta inip mezarlığa şöyle bir baktıktan sonra tekrar bu tramvaya bindik, Chiado’da indik ve evimize geri geldik. Bu arada kaldığımız evin hemen 30 metre yanında meşhur bir balık lokantası ver. Adı: Solar dos Presuntos. Eve girmeden önce akşam için bir masa ayırttık.
Bu restorandan özellikle bahsetmek istiyorum. Üç katlı bir yer. Tabiatıyla Portekiz’de yemeğe İspanyollar gibi geç gidiliyor, ancak biz gittiğimize epeyce dolmuştu. Bize üçüncü katta bir yer ayırmışlar. Bu kadar kalabalığa rağmen servis aksamadı. Portekiz’deki lokantalarda uygulanan bir adet de, garsonlar meze tabaklarını getiriyorlar ve bırakıyorlar, eğer istemezsen geri götürüyorlar. Ama dokunursan hesaba yazıyorlar. Bizdeki gibi yemeğe mecbur etmiyorlar. Biz de gelen mezeleri geri gönderdik zira, önden tereyağda sarımsaklı karides, sonra da kendi mürekkebinde pişmiş pirinç, karides ve mürekkep balığı tabağı geldi. Her ne kadar bu tabak iki kişilik olarak menüde yazıyorsa da dört kişi rahatça doyar ve tabii ki biz de bitiremedik. Bunların yanında elbette güzel bir şişe Lisbon bölgesi Riesling şarabını da götürmeyi ihmal etmedik. Buranın fiyatı iki kişi için diğer yerlere göre biraz pahalı tabii. Ancak dediğim gibi mürekkep balığını dört kişi yeseydik gayet ucuza gelecekti. Bu yemek için €90 gibi bir para ödedik. Şarap €22 idi. Şunu da unutmamak gerekiyor, yemek beklerken yediğiniz ekmek ve tereyağı için de ayrıca para yazıyorlar. Ama burada dört kişi yeseydik çok ucuza gelecekti, ama yine de değer çünkü söylendiğine göre Lisbon’un en iyi balık lokantalarından bir tanesiymiş.
Solar Dos Presuntos
Lisbon istasyon binası
Ertesi gün ilk olarak meşhur fayans müzesi Museo do Azujelo’ya gittik. Bu müze şehrin doğu tarafında ve metro + otobüsle ulaşılıyor. Bu fayans işi Portekiz’in en önemli özelliklerinden birisi. Pek çok evin dış cephesi bu fayanslarla kaplı. Bunun sebebi de evleri rutbetten korumak için. Fayanslar genellikle mavi renkle ve çeşitli desenlerle boyanmış. Başka renkler de mevcut ancak az. Olmayan tek renk kırmızı. Zaten kırmızı her zaman en zor renk olmuştur. Fehime de boyadığı fayanslarda kırmızıyla epey problem yaşamıştı. Müzede okuduğum yazılarda da bu yönde bilgiler var ve kırmızı rengin ne gibi zorluları olduğunu anlatıyor.
Fayans Müzesi’nin avlusu Fayans müzesinden bir pano…
Neyse burada epey bir vakit geçirdikten sonra bu sefer bir otobüse atlayıp şehrin tam tersi ucunda yani batıdaki San Geronimo manastırına gitmeye karar verdik. Yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuktan sonra manastırın önünde indik. Bu manastır şehrin Belem semtinde. Oldukça meşhur fakat önünde çok uzun bir kuyruk vardı ve ben de kuyruğa girmekten nefret ettiğim için onun yanındaki kiliseye girdip, oradan sahile yönledik ve meşhur Kaşifler Anıtı’na geldik. Bu anıtın biraz ilerisinde de meşhur Belem Tower var. Bu ikisinin arasında da sahilde çok güzel bir retoran var ve orada da öğle yemeğimizi yedik.
San Geronimo müzesi ve katedralinin uzaktan görünüşü
Belem Tower Kaşifler anıtı
Yemekten sonra Belem Tower’ı gezdik ve Belem’in merkezindeki çok meşhur “Pasties de Belem” pastanesine gitmeye karar verdik. Belem Tower’dan Pasties de Belem’e tuk tuk ile gittik. Tuk tuk bildiğimiz triportör. Hindistan’da bunlara tuk tuk dendiği için bizim de ağzımız oradan alışmış. Tuk tukçu çılgın bir şofördü ve her türlü atraksiyonu çekerek bizi istediğimiz yere ulaştırdı. Burası çok eski bir pastane (pastane diyorum çünkü başka bir ad veremedim). Oldukça büyük bir yer, iç içe geçmiş bir çok salon ve bir fabrika niteliğinde nata imalathanesi. Ana baba günü, içerisi tıklım tıklım dolu. Ancak servis aksamıyor ve siparişiniz makul bir sürede geliyor, aferin onlara. Ancak bizce ilk gün yediğimiz nata bundan daha iyiydi.
Bu aktiviteyi de bitirdikten sonra gene otobüse binip Praça do Commercio da inip ne yapalım diye düşünürken bir yerde okuduğum Real do Principo meydanına gidelim dedik ve buraya da yine tuk tuk ile gittik. Tuk tukçu bizden € 10 istedi biz de “he” dedik ama meğerse kazık yemişiz, bunun nedenini aşağıda anlatacağım. Gittiğimiz yer tepelerden birisinde ve çok enteresan bir bölge. Burada sanatçılar, seramik sanatçıları, değişik mekanlar falan var. Burayı da gezdikten sonra artık yorulduğumuz için eve dönmeye karar verdik. Nasıl döneceğimizi düşünürken orada aşağı doğru inen bir başka funiküler gördük ve binip nereye gittiğini görelim dedik. İnince bir de baktık ki bizim evin sokağının tam karşısına inmişiz. Güzel bir sürpriz.
Akşam ne yapalım diye düşünürken Tripadvisor’dan Salsa Rosa diye bir lokantanın bilgilerini okudum..Yorumlar çok iyiydi ve bir deneyelim dedik. Tripadvisor’dan rezervasyon yaptırdık ve gittik iyi ki gitmişiz.. Burası normal şartlarda pek kolay farkedemeyeceğin, küçük bir kapıdan girilen, sokak seviyesi altında kalan 6 tane masası olan ve Brezilya’lı bir ailenin işlettiği bir lokanta. Çok temiz, servisi ve fiyatları çok iyi ve en önemlisi yemekleri de çok güzel. Yemekten sonra ne yapalım diye düşünürken bizim eve yakın bir caz klübünün ilanlarını görmüştük oraya gittik.
Burası enteresan bir yer. Orayı işleten adamla biraz sohbet edip bilgi aldım. Bu klüp Avrupa’da bayağı tanınan bir yer. Pek çok Avrupa’lı ve Amerikalı meşhur caz ustaları buraya gelip konserler vermiş. Bildiğiniz ne kadar eski yeni caz ustası varsa hemen hemen hepsi burada çalmış. O gecenin özelliği “free night” olması idi. Bu da şu demekti. Sahnede müzik aletleri var. İstersen onları istersen kendi enstrümanını getiriyorsun ve sahne boşsa geçip çalıyorsun. Kim olduğun önemli değil. Güzel çalarsan herkes alkışlıyor. Nitekim bizim yanımızdaki masada İsveçli bir grup oturuyordu, içlerinden bir adam kalktı ve piyanoda harika bir konser verdi.
Ertesi gün yola çıkacağımız için fazla geç kalmadan eve döndük ve maceramızın geri kalanına hazırlandık.
Bu gün araba kiralayarak batıya ve kuzeye Porto’ya doğru yol alacağız. Ancak uğrayacağımız yerler çok olacağı için bir gece Coimbra’da kalmayı programladık. Arabayı kiralama yeri olarak doğu istasyonunu seçmiştim. Bunun sebebi ise istediğimiz arabayı şehir ofisinde veremiyorlardı. Neyse bir taksiye bindik ve bizi istasyona götürmesini söyledik. Taksici epey uzun süren bir yolculuktan sonra bizi istasyona getirdi ve taksi ücreti €10 tuttu. Onun için tuk tukçuya verdiğimiz para hakikaten çok fazlaydı ve €5 de verseymişiz yetermiş.
Arabamızı kiralayıp önce Cascais’e doğru yola çıktık. Yarım saatlik bir yol. Şansımıza hava açıktı. Cascais Lisbon’un batısında bir sayfiye kasabası. Çok şirin ve derli toplu. Bize Bodrum’un eski zamanlarını hatırlattı. Muntazam sokakları, düzgün dükkanları ve sahiliyle yaşamak isteyeceğiniz bir yer. O gün oranın pazarı da vardı ve Portekiz’de Pazar ne menem oluyor diye orayı da gezdik. Pazar her yerde Pazar, hiç farkı yok. Cascais’de kıyıda güzel bir café’de oturup bir şeyler içtikten sonra tekrar yola koyulduk.
Cascais’de bir plaj…
Cascais’den sonraki durağımız Cabo da Roca. Yani Avrupa’nın en batı ucu. Burası denizden çok yüksek kayaların üstüne kurulmuş bir fener, bir anıt ve wc falan bulunan bir binadan ibaret. Geniş bir alan. Manzara süper. Epey bir müddet oralarda dolaştıktan sonra Coimbra’dan önce son durağımız olan Sintra’ya doğru yola çıktık. Yol meşhur Sintra parkının içinden geçiyor. Ormanlık bir yol.
Cabo de Roca’daki fener
Bu yolda giderken sağ tarafımızda uzaktan çok renkli bir bina gördük ve tabelalardan anladık ki burası meşhur Pena şatosu. Adriana’da bahsetmişti fakat biz unutmuşuz, görünce hatırladık. Pena şatosu yüksek bir tepenin üstünde kurulmuş, rengarenk bir şato. Disney’in alameti farikasındaki şatoya benziyor, oyuncak gibi. Buraya bir yol çıkıyor ve tek yönlü. Adriana bize arabayı aşağıda park etmemizi ve yürüyerek yukarı çıkmamızı söylemişti. Hakikaten insanlar yolun kenarından yürüyerek çıkıyorlar. Ama biz şansımıza güvenerek en yukarıya kadar arabayla çıktık ve Şato’nun girişinin çok yakınında bir otopark bulup arabayı koyduk ve ormanın içinden geçen bir patikayı takip ederek girişe geldik. Giriş dediği de şatonun değil, arazinin girişi. Burada bilet alıyorsun ve bir otobüs gelip seni daha da yukarıya şatonun girişine götürüyor.
Pena Şatosu
Bizim tatilimiz Avrupalıların “easter” tatiline denk geldiği için her taraf turist kaynıyor ve tabii ki Pena şatosu da öyle. Neyse sıraya girdik, otobüs geldi ve biz şatonun girişine götürdü. Şato çok güzel, hakikaten iyi korunmuş. Tepesine çıkıp baktığın zaman uzaktan Atlantik Okyanusunu görebiliyorsun. Burayı da gezip bitirdikten sonra gene otobüsle aşağı inip, arabamıza bindik ve Sintra’ya geldik. Şansımız yaver gidip şehrin tam ortasında arabayı park edecek bir yer bulduk, zira burası da turist kaynıyordu ve park edemeseydik, bayağı uzağa arabayı koyup yürüyerek şehre gelecektik.
Sintra
Sintra dar sokakları tarihi binalarıyla çok güzel bir kasaba. Burada da fayans atölyeleri var ve tabii ki Fehime’nin çok hoşuna gitti. Yorulduğumuz için yine bir caféde oturup dinlendik ve tekrar Coimbra’ya doğru yola koyulduk.
Coimbra’ya vardığımızda hava kararmıştı ve Booking.com dan ayırdığım oteli çok kolay bulduk. Bu otel standard bir “business” oteli ama odası bayağı büyüktü ve otoparkı da ücretsizdi. Yorgun olduğumuz için o akşam otelin lokantasında yedik ve ertesi günü Coimbra’yı gezmeye karar verdik.
Coimbra üniversitesiyle meşhur. Onun için ertesi sabah üniversiteyi gezmeye karar verdik. Üniversite’nin en meşhur yeri de kütüphanesi. Harika bir mekan. Taa 15. Yüzyıldan kalma. Çok güzel bir ana holü var. Anormal zengin ahşap süslemeli. Bir de alt katı var, orası daha yeni görünüşlü ancak özelliği eski çağlarda oranın hapishane oluşu. Zamanında Portekiz kraliçesi Coimbra Üniversitesine kendi yargılama yetkisini vermiş. Yani kendi öğrencileri kanun dışı şeyler yaptıklarında üniversite yargılıyor ve hapis cezası verdikleri bu kütüphanenin altındaki hücrelerde kalıyormuş.
Coimbra Üniversitesi Kütüphanesi
Neyse, o gün esas amacımız Porto’ya gitmek olduğu için geziyi fazla uzatmadan tekrar yola koyulduk. Porto’ya vardığımızda öğlen olmuştu ve GPS’e kalacağımız evin adresini girmiştim, ve alet bizi dar bir yokuş aşağı sokağa soktu. “Yahu biz nereye geldik” diye kara kara düşünmeye başladık. Ev sahibi evin yanında bir otopark olduğunu söylemişti ama biz öyle bir şeye rastlamadık. Neyse arabayı oraya yakın bir yere başka bir arabanın arkasına park ettik Fehime de eve ev sahibini bulmaya gitti. On dakika sonra yanında ev sahibimizle geldi.
Ev sahibimiz Kurt adında bir Amerikalı. Biz otopark levhası ararken hemen evin yanında “Garage” yazan yerin otopark olduğunu söyledi. Neyse bizi oraya götürdü, arabamızı park ettik ve eşyalarımızı alıp Kurt ile birlikte eve geldik.
Kurt, Teresa adlı bir Portekizli hanımla evli ve şehrin diğer ucunda oturuyorlar ve bu evlerini Airbnb vasıtasıyla kiraya veriyorlar. Ev dediğim koca bir daire ve harika döşenmiş. İkiyüzelli yıllık bir bina da ve binaya çivi çakamıyorsun. (Ne tuhaf, halbuki biz de olsa hemen yıkıp dönüşümden 15 katlı bir apartman yapıverirdik J ) Eve bayıldık. Çok güzel döşenmiş ve çok iyi bakımlı. Teresa da, onlar Singapur’da yaşarken, Japon resim sanatı üzerine dersler almış ve Fehime’ye de ince parşomen kağıdı üzerine yaptığı bir resmi hediye olarak göndermiş. Hakikaten bizi çok mutlu etti. İyi ki bu evi bulmuşuz. Neyse Kurt bize ev hakkında bilgileri verdi ve gitti, biz de Porto’yu keşfe çıktık.
Porto’da Airbnb’den kiraladığımız dairenin bulunduğu 250 yıllık bina
Sonradan öğrendik ki Porto’nun turistik yeri eski Porto. Bir de şehrin batı tarafında daha yeni bir yerleşim bölgesi var ve orayı da gece gittiğimiz restorandan taksiyle dönerken gördük. Ancak bu eski ve turistik bölgeyi çok sevdik. Yukarıda dediğim gibi evin bulunduğu sokağa ilk olarak arabayla girdiğimizde biraz moralimiz bozulmuştu, “ne biçim bir mahalle burası” diye ancak sonradan gördük ki gayet düzgün bir bölge. Porto’da dikkatimi çeken şeylerden birisi sokakta dükkanların dışarıya taşmış tabelaları yok. Onun için kaldırımda yürürken dükkanlarda ne olduğunu ancak önüne gelip içine girince anlıyorsun. Bu da sokakta tabela kirliliğini önlemiş. Porto’nun ara sokaklarında çok entersan dükkanlar var. Dediğim gibi ancak içine girersen ne olduğunu anlıyorsun.
Porto’da dış cepheleri fayans ile bezenmiş bir bina..
İlk gün Porto’da normal turistik aktivitelerimiz yaptıktan sonra akşam Kurt’un tavsiye ettiği ve evin hemen arkasındaki sokakta bulunan “Ernesto” isimli lokantaya gittik. Bu lokantanın da önünden geçersen hiç yüz vermezsin ve “burada da yenir mi” diye geçer gidersin. Ama hiç de öyle değil. Burası bir aile lokantası ve tamamen yerlilerin rağbet ettiği bir yer. Yine çok ucuza harika yemekler yedik.
Ertesi gün buradaki diğer turistik yerleri gezdik – mesela “Café Majestik” gibi – biraz alışveriş yapıp akşamüstü dinlenmek için eve geri geldik.
Café Majestik
Akşam da evlilik yıldönümümüz olduğu için daha önce internetten yer ayırtmış olduğum Porto’nun tek Michelin yıldızlı lokantası “Pedro Lemos”a gittik. Bu lokantanın üzerinde biraz durmam gerekiyor.
Pedro Lemos, şehrin batı tarafında ve daracık tek bir arabanın geçebileceği bir sokak içerisinde. Kendi başımıza gitsek bulmamız imkansız. Allah’tan taksici yeri biliyordu da bizi sektirmeden götürdü. Mekanın dışında hiç bir işaret vs. yok. Kapıda inince zili çalıyorsun ve kapıyı açıyorlar. Neyse rezervasyonumuz olduğu için bir problem çıkmadı. Burası iki katlı bir mekan. Minimal döşenmiş, loş ışıklı gayet düzgün bir yer. Bizi üst kata aldılar. Bizden başka üç dört masa daha vardı. yani hafta ortası olmasına rağmen doluydu diyebiliriz.
Masanın üztünde bir çiçek haricinde hiçbir şey yok. Garson geldi ve menüleri getirip bakmamız için gitti, biraz sonra gelip menü hakkında izahat verdi. Menüde ister alakart veya ister “4 course” veya “6 course” seçenekler var. Eğer kişiler ayrı ayrı şeyler yemek isterse ayrı sipariş verebiliyorlar. Ancak “4 course” menü alırsan her iki kişye de aynı şeyler geliyor. Biz de öyle yaptık. Önce bize ceviz kabuğu bouytunda bir tasta nerdeyse damlalıkla koydukları bir et suyu geldi. Biz Fehimeyle birbirimize bakıp “bu ilk yemekse buradan doğru hamburgerciye” deyip gülüştük. Meğerse öyle değilmiş. Bu “4 course” aslında 7 course oluyor çünkü önden getirdiği ilk iki “yemek” meğerse “surprise of the chef” miş. Daha sonra da tatlı kısmında yine “surprise of the chef” vardı. Netice olarak başlangıçlar, ana yemek, tatlı vs bayağı doyduk ve korktuğumuz gibi aç kalmadık. Şarapta da “somellier”nin tavsiyesine uyarak nefis bir kuzey Portekiz bölgesi şarabı içtik. Servis hiç aksamadı. Zaten yemekleri iki kişi getiriyor, boşları iki kişi alıyor. Garsonların mevcudiyeti hep var ama hiç rahatsız olmuyorsunuz. Neyse sonuç olarak mükemmel bir akşam yemeği yedik, ve çağrılan taksiyle evimize döndük.
İşte buradan dönerken, taksici bizi Porto’nun daha yeni kısımlarından geçirip evimize getirdi de bu bölgeyi görmüş olduk.
Ertesi sabah kalktığımızda hava yağmurluydu ve artık Lisbon’a dönme zamanı gelmişti. Dönerken Atlantik kıyısnda bir kasaba olan Figuera da Foz’a uğrama gibi bir niyetim vardı ancak hava kapalı ve yağmurlu olacağı için pek sevimli olmayacağınız düşünerek vazgeçtik ve dönüş yolu üzerinde tarihi bir şehir olan Tomar’a gidip oradan Lisbon’a geçme planı yaptık. Arabanın GPS’ine Tomar’ı girdim ve başladık gitmeye, ancak bu salak GPS update edilmemiş ve bazı yolları bilmiyor, ben daha önce haritadan nereden sapacağımızı aşağı yukarı biliyordum ama orayı geçtik ve bu alet bizi başka yere götürmeye başladı. Allah’tan oryantasyon duygum çok iyi olduğu için hemen yolun kenarında durup, cep telefonundan Google maps’e girip yerimizi buldum ve GPS ne derse desin Google Maps’deki yol tarifine göre Tomar’a vardık. (Daha sonra arabayı teslim ederken bu şikayetimi bildirince bize iskonto uyguladılar).
Tomar küçük ve tarihi bir şehir. Ortasından bir nehir geçiyor. Nehri geçen köprülerden birisinin hemen yanında güzel bir lokanta bulduk ve öğle yemeğimizi burada yedik. Anlaşılan tam yerine gelmişiz, çünkü lokanta kasabanın yerlileri ile doluydu, yani düzgün bir yerdi, ve bu yüzden servis de biraz aksıyordu. Neyse kasabayı şöyle bir gezdikten sonra tekrar yola koyulduk ve Lisbon’a varıp arabayı teslim ettikten sonra yine booking.com dan yer ayırmış olduğum otele geldik. Turim Terreiro de Paço adlı bu otel şehrin Praça do Commercio meydanına yakın. Hiç memnun kalmadık, pahalı ve odalar küçük. Bu otel hakkında detaylı yorumumu Tripadvisor’dan okuyabilirsiniz. Neyse Lisbon’da son gecemiz olduğu için daha önce binmemiş olduğumzu meşhur asansöre binip tepesindeki “BellaLisa Elevador” adlı lokantaya gittik. Fena değildi, idare eder. Yemekten sonra biraz daha şehir turu yapıp otele döndük ve ertesi sabah da memlekete.
Netice olarak bir haftalık Portekiz turumuzdan çok keyif aldık. Çok güzel yerler gördük, çok güzel yenekler yedik. Portekiz mütevazi bir ülke. İnsanları cana yakın, yardımsever. Hiçbir problemimiz olmadı.Portekiz’in daha göreceğimiz çok yeri var. İnşallah bir dahaki sefere de oralara gideriz.