Galler

GALLER

Mayıs 2017

Hem benim hem de oğlumun yaş gününü ve aynı zamanda Fehime’nin anneler gününü kutlamak ve oğlumuz ve gelinimiz/kızımız ile birlikte olmak için Mayıs ayının ikinci haftasında onbeş günlük bir İngiltere seyahati planladık. Bu seyahatin bir bölümünde de ailece daha önce görmediğimiz İngiltere’nin Galler bölgesini gezdik.

Galler bildiğiniz gibi Birleşik Krallık’ı meydana getiren devletlerden bir tanesi ve İngiltere adasının batısında yer alıyor. Kendi lisanı ve kendi bayrağı var ama ayrılmak için ne isyan çıkarıyorlar ne de referandum yapıyorlar. Kendi hallerinde yaşamaktan memnun görünüyorlar. İnsanlar genellikle sakin ve yardımsever. Nereye gittiysek çok büyük bir nezaket ve misafirperverlikle karşılaştık.

Galler’e yaptığımız bu ziyarette çok değişik yerler gördük ve çok değişik bir tecrübe yaşadık. Her şeyden önce Gal lisanı hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Bu lisanı öğrenmek ve konuşmak herhalde zor olsa gerek. İngilizce ile alakası yok. Mesela İngilizce “Please do not touch” ın Galcesi: “Peidiwch Cyffwrdd”. Artık nasıl okunuyor bilemem.  “Wales” kelimesi İngilizce ama kendi lisanlarında “Cymru”. Harflerin okunuşu enteresan. Tek “f”, “v” olarak okunurken “ff”, “f” olarak okunuyor. İlk öğrendiğim kelimelerden bir tanesi “araf” ki “arav” diye okunuyor. O da “yavaş” demek. Yollarda kavşaklarda vs. hep önümüze çıktığı için ve hemen altında “slow” diye yazdığı için öğrenmiş olduk. Ayrıca “w”, “u” olarak okunuyor. Mesela kaldığımız yerlerden birisi “Betws-yn-Rhos” adlı köydü. Bu da “betuss han rıhoss” diye okunuyor. Tabelalar hen Galce hem İngilizce, onun için zorluk çekmiyordunuz. Belki görmüşsünüzdür en uzun kasaba isimlerinden birisi de Galler’de. Bu ismi aşağıdaki fotoğrafta görebilirsiniz. Nasıl okunuyor diye sormayın beceremedik 😊.

Galler, İngiltere’nin diğer bölgeleri gibi yeşil ama aynı zamanda dağlık bir bölge. İskoçya’nın “Highland” lerinden sonra İngiltere’nin en yüksek dağı olan “Snowdon” burada. Bu dağın yüksekliğinin 1085 mt. Olduğunu söylersem İngiltere’nin yükseltileri hakkında bir bilginiz olur sanırım. Bizim gittiğimiz bölge Galler’in kuzey batısı olup aynı zamanda “Snowdonia” olarak da anılıyor. Burada da meşhur “Snowdonia Milli Parkı” bulunuyor ki binlerce kilometrekarelik bir alanı kapsıyor.

Galler’in bir diğer özelliği ise buradaki “kale” lerin sayısı. Her yer “kale” dolu. Hemen hemen her şehir ve kasabanın bir “kale”si var. Biz sadece en meşhur olan bir tanesini gezdik ki aşağıda onu ayrıca anlatacağım.

Bir Cuma sabahı kiraladığımız araba ile  Kingston’dan  Galler’e hareket ettik. Londra – Harlech 259 mil yani yaklaşık 420 km. ancak Birmingham’dan sonra Galler’e girince yollar daralıyor ve sürat yapma imkânı olmuyor. Bu nedenle Harlech yolculuğumuz dur kalklarla birlikte yaklaşık sekiz saat sürdü. Galler’e giderseniz bu dar yollara alışmanız gerekecek. İki araba anca yan yana geçiyor.

İlk iki gece kalacağımız yer olan “Harlech” Atlantik Okyanusu’na çok yakın bir yamaç üzerinde kurulmuş ve denizi görüyor. Burayı seçmemizin nedeni bir sonraki durağımız olan Llandudno’ya ve diğer enteresan yerlere yakın olması.   Kaldığımız Maelgwyn House B&B’ı  bir karı-koca işletiyor. Sabah kahvaltısını karısı hazırlıyor, kocası servis yapıyor. Odalar geniş ve rahat, bizlere de denizi gören odalar verdiler yani manzaramız çok güzeldi. Bu yerle ilgili yorumlarımı tripadvisor’da okuyabilirsinz.

Maelgwyn House, Harlech kalesi ve Harlech sokakları

Vardığımız akşam bu küçücük Harlech kasabasında bir şeyler yiyelim dedik ve otel odasında bulunan dosya sayesinde bir lokanta bulduk ve telefonla yer ayırtmak istedik. Telefondaki kız o akşam 12 kişilik bir grup olduğu ve aynı zamanda hem bize hem de onlara servis yapamayacakları için bizim erken gelmemizi istedi, biz de gittik. Bu insanlar bir tuhaf. Lokantada fazla kişi yoktu ama hem bize hem de bu gruba aynı anda servis yapamayacaklarını söylemeleri daha da tuhaf. Neyse değişik ülkeler gördükçe böyle şeylere de insan alışıyor. Daha da tuhafı ertesi akşam – ki Cumartesiydi – yemek yiyecek yer bile bulamadık.

O gece iyice bir uyku çektikten sonra artık Galler’i daha iyi tanımak üzere güzel bir kahvaltıdan sonra yola koyulduk. İlk durağımız Portmadog adlı kasaba. Buraya gelmemizin sebebi Galler’de eskiden kalan ve pek çok yerde bulunan İngilizlerin “narrow track” dedikleri ve eskiden madenlerde, fakat şimdilerde turstik amaçlı  kullanılan trenlerden birisine binmekti. Bunların çok uzun veya kısa gidenleri var. En iyilerinden birisi “Ffestiniog & Welsh Highland Railways” adlı olanı fakat bu neredeyse yarım günümüzü alacağı ve buna vaktimiz olmadığı için bunun yerine yaklaşık bir saat süren ve 2.5 km. uzunluğunda olan kısa bir tanesine binmeyi tercih ettik. Bu tren düz bir hatta gidiyor, duruyor, lokomotif vagonlardan ayrılıyor, yan hatta geçip geri geri gidiyor ve sonra trenin arkasına geçip vagonları ters yönde çekip başladığı yere geliyor. Arada bir müzede duruyor ve müzeyi geziyorsunuz ve tekrar binip başladığınız yere geliyorsunuz. Tren lokomotifi resmen kömürle çalışan buharlı bir lokomotif ve İngiltere’de imal edilen en eskilerinden bir tanesi, adı da “Russel”. Tren acayip yavaş gidiyor, onun için bununla iki saat gidip iki saat dönmek herhalde çok acı verici olurdu, iyi ki bunu yaptık.

Russel!

Russel’ın Makinisti

Böylece tren zevkini tattıktan sonra ikinci durağımız olan ve Portmadog’a çok yakın olan “Portmeirion” adlı yere geldik. Burası  Clough Williams-Ellis adlı bir mimar tarafından yaratılmış bir köy. Mimari tarzı çok değişik. Çok güzel bir yer. Burayı gezmek, burada orman içinde dolaşmak ve burada öğlen yemeğini yemek oldukça uzun bir zamanımızı aldı ama değdi doğrusu.

Portmeirion’dan manzaralar

Buradan çıktıktan sonra internette gördüğümüz bir tavşan çiftliğine gittik. Burası da bir aile tarafından işletilen ve her türlü çiftlik hayvanının bulunduğu bir yer. Para verip giriyorsun ve istediğin hayvanı sevip yem veriyorsun. Tabiatıyla çocuklu aileler burayı çok tercih ediyor. Ancak biz de büyükler olarak keçileri,  ördekleri, tavşanları vs. sevip yem vermekten bayağı zevk aldık.

      

Tavşan Çiftliği

Buradan çıktıktan sonra da okyanus kenarında bulunan ve bize otel tarafından tavsiye eilen “Nant Gwrtheryn” adlı yere geldik. Buraya çok dik bir yokuştan iniyorsun. Önce biraz çekindik ancak aşağıda otoparkta arabaları görünce biz de gittik. Burası bir hayır kurumu tarafından işletilen, bir kafesi ve başka sosyal tesisleri olan bir yer. Burasının amacının yerli gençlere iş yaratmak, onları hayata hazırlamak gibi topluma fayda sağlayan bir kuruluş olduğunu öğrendik. Güzel bir café’si var, oturup bir şeyler içtik ve artık akşam olduğu ve yorulduğumuz için otele geri döndük. Böylece Galler’deki ilk günümüz bayağı zevkli ve eğlenceli geçmiş oldu.

  

Nant Gwrtheryn’den görünümler…

Ertesi sabah yine keyifli bir kahvaltıdan sonra – denemek için ben bu sefer bir “Full Welsh Breakfast” aldım, fasulyesi, vs ile bayağı iyiydi – toparlanıp tekrar yola koyulduk. Yukarda bahsettiğim gibi Galler kaleleri ile meşhur ve bunların en meşhuru da “Caernarfon Kalesi”. Oldukça büyük bir yer olan bu kaleyi bayağı gezdik. Kulelerine çıktık, indik, oraya buraya baktık ve epey bir vakit geçirdik.

 

Caernarfon Kalesi

Buradan sonraki durağımız ise “Zip World” diye bir eğlence mekânı oldu. Burası ormanların içine gizlenmiş bir “eğlence parkı”. Pek çok aktivite var, hem çocuklar hem de büyükler için. Biz ormanın içine kurmuş oldukları “Forestcoaster” denilen bir “roller- coaster”a bindik. Bu aletin tek veya iki kişi binebildiğin küçük “go kart” gibi arabaları var önce seni ormanın tepesine çıkarıp oradan aşağı sallıyor. Çok zevkli olduğu için iki kere yaptık. Çok emniyetli ve korkacak bir şey yok.

Forestcoaster!

Buradan bize methettikleri ve Llandudno’ya yakın olan “Bodnant Garden” adlı bir botanik bahçesine gittik. Vardığımızda akşamüstü olmuştu ve kapanışa yaklaşık bir saatten biraz fazla kaldığı için oldukça acele ederek burayı gezdik. Harika bir yer. O çiçek ve bitkilerin güzelliği anlatılamaz. Acayip zevk aldık.

Bodnant Garden

Buradan çıktıktan sonra ise Llandudno’ya geldik. Bu şehir Galler’in en meşhur yerlerinden biri. Deniz kenarında ve nefis bir “prömenad”ı var. Buranın sahil yolu otellerle dolu. Aslında ilk başta burada bir otel bulmuştuk ancak bizim istediğimiz tarihler dolu olduğu için birazdan anlatacağım otel/şatoyu tercih ettik ve iyi ki böyle yapmışız. Llandudno büyük bir şehir olmanın verdiği avantajla her şeye sahip. Çok güzel lokantaları ve görülecek yerleri var.

Llandudno’nun Prömenadı

Ancak akşamüstü olduğu ve yorulduğumuz için buraya 20 dakika mesafede olan “Betws-yn-Rhoes” köyüne, kalacağımız “Ffarm Country House” adlı oteli bulmaya doğru yola çıktık.

Ffarm Country House

Sevgili oğlum kalacağımız olan bu yeri internetten bulmuş ve iyi ki de bulmuş. Burası 1709 da yapılmış küçük bir şato. Bir karı koca tarafından işletiliyor. Harika bir mekân. Odaları çok güzel, yemekleri çok güzel. O gün hem benim yaş günümü hem de Fehime’nin anneler gününü kutladık. O gece otelde bizden başka kimse kalmadığı için adeta bize tahsis edilmiş gibi oldu. Sahipleri aynı zamanda şef ve çok güzel yemekler hazırlamışlar. Onu haricinde benim için kocaman özel bir yaş günü pastası hazırlamışlar. Bu pastanın hepsini yiyemediğimiz için dönerken yanımız aldık, oğlum bunu iş yerine götürüp arkadaşlarına ikram etti.

Böylece seyahatin üçüncü gününü de tamamlamış olduk. Bu süre zarfında ilk gün biraz yağmur dışında hava şansımıza çok güzeldi – fotoğraflardan  da görüleceği gibi. Ancak Son gezi günümüz olan Pazartesi hava bozdu biz de ona göre program yaptık.

Benim uzun yıllar birlikte iş yaptığım İngiliz bir arkadaşım kaldığımız yere yaklaşık 20 dakika mesafede bir çiftlikte yaşıyor. Gitmeden önce onunla haberleşip Pazartesi sabahı kendisini ziyaret etmemiz konusunda anlaştık. Bu arkadaşım oldukça varlıklı ve karısıyla beraber büyük bir çiftlik kurmuşlar ve at yetiştiriciliği ve bakıcılığı yapıyorlar. Zaman zaman da “dressage” yarışmaları düzenliyorlar. Sabah otelden kalkıp onun çiftliğine gittik. Kırların ortasında bir yer ama çok güzel. Onlarla vakit geçirip bir kave içtikten sonra daha önceden otel sahiplerini bize önerdikleri ve “Harry Potter” filmindeki “Hogwarth” şatosunu andıran “Penrhyn Şatosu”nu gezmeye gittik.

Penrhyn Şatosu’nun dıştan görünüşü ve odalarından birisi

   Penrhyn Şatosu’nun itfaiye aracı

Şatonun mutfağındaki hizmetli çağırma çanları. Bunlar iplerle her biri değişik bir odaya bağlı olarak çalışıyor. Odadaki kişi ipi çekince buradaki çan çalıyor ve o odanın hizmetçisi göreve koşuyor!

Bu şato hakikaten çok kocaman ve çok güzel bir bina. Pazartesi olmasına rağmen epey ziyaretçi vardı. Bu şatonun içinde ayrıca bir de tren müzesi var ki oldukça enteresan. Burayı gezmemiz epey bir vaktimizi aldı ve artık acıktığımız için yakındaki Llandudno şehrine gidip geç bir öğle yemeği yemeğe karar verdik. Daha önce de söylediğim gibi burası oldukça büyük bir yer ve yemek yiyecek bir sürü güzel lokanta var. Dediğim gibi geç bir öğlen yemeği idi ve lokantadan çıktığımızda saat 16:00 yı geçmişti ve biraz önce açık olan pek çok dükkan kapanmıştı bile. Tipik İngiliz hayat tarzı…

Neyse biz de otele dönüp dinlenmeye karar verdik. Ertesi gün Londra’ya otoyolu kullanarak döndük ve tabiyatıyla çok daha kısa sürede eve vardık.

Bir geziyi daha böyle güzel anılarla kapattık. Darısı başka güzel gezilerin başına…