Amerika -Doğu Kıyısı Eylül /Ekim 2017

ABD Doğu Kıyısı Eylül/Ekim 2017

Amerika’nın Doğu kıyısına seyahatimizi 2017 yılının yaz aylarında planladık. Amerika’ya en son gezimizi 2011 yılının bahar aylarında batı kıyısına yapmıştık. Şimdi doğu kıyısını özellikle de Maine eyaletini gezme sırası gelmişti.

Planımız New York’tan başlamak ve orada bitimekti. New York’a son olarak 2001 yılının Ocak ayında gelmiştik onun için fazla bir şey hatırlamıyorduk. Böylece planımızı şu şekilde yaptık:

NY’ta 3 gece / 1 gece Warwick Providence (Rhode Island) / 2 gece Portland, 2 gece Camden, 2 gece Bar Harbor (hepsi Maine’de) / 3 gece Boston’da ve dönüşte 1 gece tekrar NY’da. Seyahatimize bir Cumartesi başladık ve iki hafta sonraki Cumartesi bitirdik.

Eylül ayının sonlarını seçmemizin nedeni, 3 yıl önce Kanada seyahtimizde edindiğimiz tecrübeden bu mevsimin “pastırma yazı” olması ve gerek havanın gerekse manzaranın çok güzel olmasıydı. Öngörümüz doğru çıktı ve tüm seyahat boyunca harika bir hava ve harika manzaralarla karşılaştık.

NY ve Boston’un büyük metropoller olması ve gezdiğimiz yerlerden çok farklı olması nedeniyle buralardaki maceralarımızı sonraya saklıyacağım ve seyahatimizi NY’tan çıktığımız günden itibaren anlatmaya başlayacağım.

  1. Gün (1/2/3. Günler en sonda)

Sabah saat 11 civarında arabamızı kiraladık ve I-95 ana yolunu kullanarak kuzeydoğuya doğru seyahatimize başladık. Seyahatimiz boyunca I-95 yolunu sadece NY’tan çıkarken, Bar Harbor’dan Boston’a ve Boston’dan NY’a dönerken ve diğer bazı kısa mesafelerde kullandık. Bunların haricinde devamlı olarak US1 yolunda gittik çünkü bu yolun manzarası çok daha güzel ve çok daha fazla yer görüyorsunuz. Onun için bu taraflara bir seyahat düşünüyorsanız US 1’i kullanmanızı tavsiye ederim.

US 1 karayolundan bir manzara

İlk gece planladığımız gibi Rhode Island eyaletinin Providence şehrinin yakınlarında Warwick denilen bir yerde kaldık. Buraya gelirken Greenwich, Stamford ve Bridgeport gibi çok güzel kasaba ve şehirlerden geçiyorsunuz. Hatta Stamford’da küçük bir lokantada durup öğle yemeğimizi yedik. Bu yerlerin arasında Greenwich’ten özellikle bahsetmek istiyorum zira burası oldukça zengin bir bölge ve yol üzerinde harika evler görüyorsunuz. Bridgeport’ta “Seaside Park” diye kocaman bir deniz kenarı parkı var. Burada durup biraz dinlenip vakit geçirdik. Havanın da mükemmel olduğunu ilave edeyim.

US-1 dan yolumuza devam ettik ve akşamüstü saat 5 gibi Warwick’teki otelimize ulaştık. NYLO Providnce Warwick adlı bu otel – ki internetten bulmuştum tıpkı diğer bütün kaldığımız otelleri olduğu gibi – herhangi bir yerleşim yerinin içinde olmayan yol üstü bir iş oteli çıktı. (Bu arada kaldığımız bütün oteller ve yemek yediğimiz başlıca lokantalar hakkındaki yorumlarımı Tripadvisor’da bulabilirsiniz). Aslında otel gayet iyiydi ve herhangi bir şikayetimiz olmadı. Akşam yemeği için internette araştırma yaptım ve “Iron Works Tavern” diye bir lokanta buldum. Bizim otele arabayla yaklaşık 10 dakika mesafede Hilton Garden Inn otelinin zemin katında bulunan bu lokanta harika bir mekân çıktı. Atmosferi ve ambiansı çok hoştu. Rezervasyon yaptırmadan gittik ve çok kalabalık olmasına rağmen bize iki kişilik bir masa buldular. Burada Fransız usulü soğan çorbası içip ve kılıç balığı yedik ki her ikisi de çok güzeldi. Yolunuz bu taraflara düşerse deneyin derim.

  1. Gün:

Ertesi sabah otelin nehir kenarındaki açık hava terasında kahvaltı ettikten sonra tekrar yola çıktık. Bu sefer, Boston’un içine girmemek için I-95’i alıp Boston’un çevresinden dolaşıp tekrar US 1 i bulup Salem kasabasına ulaştık. Bu kasaba, 17. YY’da çok muhafazakâr bir toplummuş ve kendilerini cadı avına adayıp, cadı olduğunu iddia ettikleri kadınları yargılayıp yakmasıyla ünlü. Onun için burayı görelim dedik. Salem’da görülecek iki yer var. Bir tanesi “House of Seven Gables” isimli 16. YY’dan kalma bir ev. İlk önce burayı ziyaret edip rehber eşliğinde evi gezdik ve 16. YY’da buaradaki hayatın nasıl olduğunu ve evin yıllar içinde nasıl el değiştirdiğini öğrendik. Bu ev aynı zamanda bir ara bu evde yaşamış olan meşhur Amerika’lı roman yazarı Nathaniel Hawthorne’un aynı isimle yazmış olduğu roman’a konu olmuş.

 

House of Seven Gables

Bu tur yaklaşık bir saat sürdü ve öğle vakti olduğu için kendimize yemek yiyecek lüks olmayan  basit bir kafe gibi bir yer aramaya başladık.

İşte burada biraz bu konudan bahsetmek istiyorum. Tüm gezdiğimiz küçük sahil kasabalarında bizim memlektimizde veya Avrupa’da olduğu gibi masaları kaldırımda olan küçük şirin kafeler aradık. Ancak üç yer hariç – Peaks Island Portland, Camden ve Boothbay Harbor – böyle güzel sahil kafeleri bulamadık. Evet restoranlar falan var ama şöyle basit bir şeyler yiyip kahveni veya çayını içeceğin yerler öyle fazla yok. Ayrıca bu küçük kasabalarda Starbucks gibi yerlerde yok. Avrupa’da veya Türkiye’de her sahil kasabasında deniz kenarında böyle yerler bulmak çok kolay.

Neyse, o gün öğle yemeğini atlayıp bari salem Cadı müzesini gezelim dedik. Ancak buraya gittiğimizde öğrendik ki bu müzeyi kendi başına değil bir rehber eşliğinde geziyormuşsun ve bu da yaklaşık bir saat sürüyormuş. Biz geldiğimizde tur yeni başlamıştı ve bir dahaki turu beklemek iki saatimize mal olacağı için dışardan fotoğraf çekip, müze mağazasını gezdik ve oradan ayrılıp Portland’a doğru yolumuza devam ettik.

Salem’den bir manzara                           ve                      Salem Cadı Müzesi

Yol üstünde bu sene seyrettiğimiz ve iki Oscar ödülü kazanan filmle aynı isme sahip ve bu filmin çekildiği Manchester-by-the Sea kasabasını gezdik. Burası harika şirin bir yer. Filmden gördüğümüz bazı yerleri hatırladık.

Manchester-by-the Sea

Bu arada akşamüstü olmaya ve US1 de fazla kalabalıklaşmaya başladığı için Portland’a kadar olan yolu tekrar I-95’e çıkarak kat ettik. Akşamüstü saat 6 civarı Portland’a varıp GPS sayesinde burada kalacağımız “The Inn at Park Spring” i kolayca bulduk. Bu 17.YY’da yapılmış bir bina ve sahibi de eski bir uçak kabin görevlisi olan Buddy ve burayı renove ederek harika bir iş çıkarmış. Buddy hava yollarında çalıştığı için birkaç kere Türkiye’ye gelmiş, İzmir’i falan gezmiş.

Bizi buranın müdiresi Debbie karşıladı ve o akşam nerede yiyeceğimize dair bize faydalı bilgiler verdi. Portland akşamları rahatça yürüyebileceğin çok emniyetli bir şehir. Tüm lokanta ve barlar sahil yolunda ve ona paralel arka sokaklarda. Deb’in tavsiyesine uyarak “DiMillo’s” isimli lokantayı bulduk. Belki biliyorsunuzdur Maine ıstakozları ile meşhur ve bu lokantada da pek çok değişik ıstakoz yemeği mevcut. Ben “temebl ıstakoz” yedim. Bu ne diye sorarsanız, kabuğundan ayıklanmış ıstakoz. Böylece siz uğraşıp kırıp etini çıkarmakla uğraşmıyorsunuz, ayıklanmış geliyor 😊. Yemekten sonra tekarar yürüyerek “Inn”e geri döndük. Biliyorsunuz “inn” kelimesinin Türkçe karşılığı aslında bildiğimiz “han”. Ancak bizim kaldığımız “inn”ler in hanla alakası olmayıp hepsi B&B tarzında butik otellerdi. Maine bu konuda bayağı meşhur.

Bu butik otellerdeki kahvaltılardan biraz bahsetmek istiyorum. Bizler Akdeniz mutfağına ve Akdeniz tipi kahvaltıua alışığız. Bizim taraflarda bu gibi yerlerde de genellikle açık büfe kahvaltı olur. Halbuki “Amerikan Tipi” kahvaltı farklı. İlk önce sıcak bir tatlı getiriyorlar. Mesela pişmiş şeftali, waffels veya bunun gibi bir şey. Ardından da kocaman bir tabak omlet, veya benzeri pişmiş sıcak bir yemek. Aslında pek bir şikayetimiz olmadı. Bayağı iyiydi ancak farklı bir kültür, farklı alışkanlıklar…

6.Gün:

Sabah nefis bir kahvaltı ve Buddy’den aldığımız nereleri gezilir tavsiyesinden sonra keşfe ve gezmeye çıktık. Önce Portland’ın doğusunda “Eastern Promenade” ve “East End Beach” diye deniz kenarında bir bölge var oraya gidip parkta yürüyüş yapıp bol bol fotoğraf çektik. Sonra da Buddy’nin tavsiyesine uyarak limana gidip arabayı park ettikten sonra Portland’a feribotla 20 dakika mesafedeki “Peaks” adasına gittik.

Burası çok hoş ve küçük, sakin bir ada. Feribot’tan inince ne yapacağız diye düşünürken hemen orada golf arabası kiralayan bir yer gördük. Oraya gezmeye gelenlerin hemen hepsi bir golf arabası kiralıyorlar zira adada ne taksi ne de otobüs var. Biz de öyle yaptık. Bu arada oradaki bir dükkana bu adada deniz kıyısında yemek yiyeceğimiz güzel bir lokanta olup olmadığını sorduğumuzda bize böyle bir yerin olmadığını, ancak yandaki markette sandviç yaptırıp kıyıda piknik yapabileceğimizi söyledi. Biz de onun tavsiyesine uyduk, sandviçlerimizi ve piknik malzemelerimizi alarak golf arabasına kurulup gezmeye çıktık.

Ada aslında o kadar büyük değil, golf arabasıyla hiç durmazsan yarım saatte tüm adanın çevresini dolaşabiliyorsun. Biz de kıyıdan kıyıdan giderek güzel koylarda durup fotoğraf çekerek dolaşmaya başladık. Yorulunca da kıyıda bir piknik alanı bulup öğle yemeğimizi afiyetle yedik.

Peaks adasından Manzaralar

Peaks adasında piknik vakti…

Aslında bizim memlekette böyle bir adanın tüm sahilleri lokanta ve kafelerle kaplı olup plajları da paralı olurdu. Burada böyle olmadığı için her yer boş ve dokunulmamış ve de temiz. Aslında bu herhalde daha iyi.

Artık Portland’a dönme zamanımız gelmişti ve golf arabasını teslim edip hemen feribot girişinde gördüğümüz kafeye girip bir kahve istedik. Saat 13:50 idi ve kasadaki kadın bize kahvelerimizi verip saat 14:00 de kapatacağını söyledi. Sebebini sorduğumuzda sabah insanlar erkenden Portland’daki işlerine gittikleri ve kendisinden alışveriş yaptıkları için saat 05:00 de açtığını ve saat 14:00’de de kapadığını söyledi. Amerikan hayat tarzı bu olsa gerek. Neyse o sırada feribot da geldi ve biz de Portland’a geri döndük.

Tekrar arabayı aldık ve ilk önce Buddy’nin diğer tavsiye ettiği ve Portland’ın güney tarafındaki iki parkatan biri olan “Crescent Beach Park”a gittik. Burası beyaz kumlu muazzam bir plaj olan bir yer, ancak çok tenhaydı ve burda fazla durmayıp bir sonraki durak olan “Fort Williams Park”a geldik. Burasının özelliği de Maine’in en meşhur deniz feneri olan “Portland Head Light” veya “Cape Elizabeth Lighthouse” denilen deniz fenerine ev sahipliği yapması. Bu bina hakikaten çok güzel ve deniz kenarı da çok güzel bir vahşiliğe sahip. Park turist doluydu ama buna rağmen rahatça gezdik.

Crescent Beach Park                                  ve            Portland Head Light

Artık yorulmuştuk ve dinlenmek üzere otele geri döndük.

Akşam önce otelin arkasındaki Portland sokaklarını keşfettikten sonra tekrar limana doğru döndük ve yemek yiyecek iyi bir yer aramaya başladık (Debbie birkaç yer tavsiye etmişti). Yürürken caddelerden birisinde üzerinde “Güven Anatolian Art” yazan ve vitrininde Türk porselen eşyalar bulunan bir dükkana rastgeldik ve içeri girdik. Dükkan sahibi 8 yıl önce buraya göçen genç sempatik bir arkadaş. Kapadokya’lıymış ve Türkiye’den ithal ettiği eşyaları burada satıyormuş. Dükkanı bayağı büyük, temiz ve tertipliydi. İşleri de gayet iyiymiş. Biraz sohbet ettikten sonra ondan iki tane çok iyi olduğunu söylediği lokanta ismi aldık. İlk gittiğimiz doluydu ve en az bir saat bekleyeceğimizi söyleyince biz de ikincisine gittik. Bu ara bir sokakta olan “Street & Co.” İsimli bir yerdi. Burası da bayağı kalabalıktı ama bize iki kişilik bir yer buldular. Hem yemekler çok iyi hem de fiyatlar makuldü.

Yemekten sonra tekrar otelimize dönüp böylece Portland maceramızı bitirmiş olduk.

7. Gün:

Artık günümüzde seyahat etmeye başlamadan önce internet vasıtasıyla gideceğin yerler hakkında oldukça fazla bilgi alabiliyorsun. Hatta Google haritaların “Street View” kısmına girip gideceğin yerin nasıl bir yer olduğunu gayet güzel görebiliyorsun. Bazen kendi kendime “Acaba bu kadar masraf edip seyahat etmektense bilgisayarın başına oturup seyretsek daha mı ucuz olur?” diye düşünmediğim olmuyor değil. Şaka şaka 😊! Seyahatin keyfi hiçbir şeyde yok. Ancak gitmeden önce gideceğin yerler hakkında internetten bilgi almak hem para hem de zaman tasarrufu sağlıyor.

Biz de zaten böyle yaptık. Portland’dan ikinci durağımız olan Camden’e giderken görecek o kadar güzel yerler var ki. Ben de internette bu yolda nereleri gezilir hakkında birisi tarafından yazılan bir yazıyı kopyalayıp yanıma almıştım ve bu yazıda yapılan tavsiyelere hemen hemen uyduk sayılır.

Yola çıkınca gene US1 den giderek önce Bath kasabasına geldik. Dikkat ederseniz buradaki kasaba isimleri hemen hemen İngiltere ile aynı. Zaten bu bölgenin adı da “New England”. İlk İngiliz kolonileri buralarda kurulmuş. Bath tersanesiyle meşhur. Vaktiyle bu tersanede çok büyük gemiler yapılırmış ve halen de yapılmakta devam ediyor. Mesela Amerikan donanmasının en yeni gemisi olan ve “stealth” özelliklere sahip Zumwalt sınıfı destroyerler burada inşa ediliyor. Ancak burada bizim için ilgi çekici olan ilk tersanenin yerinde kurulmuş bulunan “Bath Denizcilik Müzesi”ydi. Müze binasında çok güzel ilgi çekici eserler olduğu gibi tersane sahasında da eski binalarda eski atelyeleri de canlandırmışlar. Mesela dövme atelyesinde iki kişi eski dövme teknikleriyle metal parçalar üretmekteydiler. Bunlar imal edilirken seyredebiliyorsunuz ve bilgi alabiliyorsunuz.

Bu tersanede vaktiyle yapılan en önemli gemi dünyanın en büyük ahşap “schooner” sınıfı 6 direkli “Wyoming” isimli gemi. Neden isminin “Wyoming” olduğunu sorduğumda da sahipleri oralıymış da ondan böyle isim istemişler, yoksa Wyoming nire, Bath nire? Bu gemi çoktan yok olduğundan inşa edilen orijinal yerine hakiki boyutlarında bir “yarı model” yapmışlar. Bunun yanına gidince ne kadar büyük olduğunu anlıyorsunuz.

Wyoming’in modeli                                   ve      Gerçek büyüklüğü….

Müzeyi bitirdikten sonra yarımadanın güneyine doğru Popham Beach diye bir yere gitmek üzere yola çıktık ancak yolda “Sebasco” diye bir tabela gördük ve ufak bir direksiyon hareketiyle buraya saptık. İyi ki böyle yapmışız. Sebasco koyu gözlerden uzak küçük ama harika bir koy. Burada aynı zamanda golf sahası da olan çok güzel Sebasco Harbor resort adlı bir otel var ve buraya geldiğimizde kapıda kocaman bir levhada “Harvard Business School Öğrencileri Hoşgeldiniz” yazıyor. Anlaşılan burada o günlerde Harvard’ın bir etkinliği vardı. Neyse burada “Pilot’s House” diye deniz kenarında çok güzel çok güzel bir lokanta bulduk ve güzel bir yemekten sonra tekrar geldiğimiz yoldan Bath’a doğru yola çıktık. Aslında böyle yapmamız daha iyi oldu sanırım çünkü Popham Beach de ne bulacağımız şüpheliydi.

  

Sebasco Koyu

Bath’dan sonra tekrar kuzeydoğuya yönelip Wiscasset’e geldik ve oradan tekrar güneye Boothbay Harbor adlı kıyı kasabasına ulaştık.  Burası turistlerle dolu bir kasaba. Burada da güzel bir kafe bulup kahvelerimizi içtik, dinlendik etrafı gezdik ve tekrar yola koyuldarak US 1 takip edip Camden’a vardık.

Boothbay Harbor

Camden’da kaldığımız “The Hawthorne Inn” ana yol üzerinde sarı renkli harika bir yer çıktı. Bize de kocaman bir oda verdiler.

The Hawthorne Inn

Otelin sahibesi Lisa ilk akşam için bize Fresh & Co. diye limanda bir yer önerdi. Ben de internetten adreslerini bulup rezervasyon için bir mail gönderdim ve yarım saat içinde masamızın hazır olduğunu belirten cevap geldi. Camden zaten avuç içi kadar bir yer. Biraz dolaştıktan sonra lokantayı bulduk ve güzel bir sürprizle karşılaştık. Buranın sahipleri karı koca Bulgar ve hanımı Bayan Rada Valkova birkaç kelime Türkçe de biliyordu. Bayan Rada masalara hizmet ediyor, kocası da mutfakta ahçılık yapıyor. Gayet iyi bir fiyata çok güzel bir yemek yiyip otelimize döndük.

  1. Gün:

Bu sabah Camden ve çevresini gezmeye başladık. Ancak hava biraz serinlemişti ve biraz kalın giyinmemiz gerekti. Halbuki bugüne kadar hava hep 25 – 28 derecelerde gezinmişti. İlk önce Camden’in hemen arkasında bulunan Camden Hills State Park’a gidip parkın içinde bulunan Mt. Battie isimli dağa çıkmak oldu. Tabiyatıyla buraya arabayla çıkıyorsunuz, bu yaşta dağa tırmanmaya niyetimizi yok 😊.

Bu tepeden, tüm Camden ve çevresini kuş bakışı olarak izleyebiliyorsunuz, çok yüksek değil ama civardaki en yüksek tepe. Burası Edna St. Vincent Millay adlı genç bir kızın bu tepeye çıktıktan sonra yazmış olduğı “Rönesans” isimli şiirle meşhur olmuş. Aslına bakarsanız bu ismi ve bu şiiri buraya gelene kadar hiç duymamıştım. Burası hep ormanlık ve yürüyüş patikaları var ama biz burada vakit geçirip şehre geri dönmeyi tercih ettik.

Mt. Battie’den Camden’in görünüşü

Şehirde o gün sanat ve kitap fuarı vardı. Yan sokaklardan birisinde yerel sanatçıların yaptıkları objeleri sergiledikleri çadırlardan ve bir de kullanılmış kitap ve CD satan büyücek bir çadırdan oluşan yerel bir fuar. Şunu söylemem gerek. Camden’da kaldığımız iki gecenin sabahında da kahvaltı masamızda Lisa tarafından hazırlanan o gün oralarda ne aktiviteler olduğunu açıklayan bir sayfa buluyorduk. Küçücük bir yer ama o kadar çok aktivite var ki hangisine katılacağınızı şaşırıyorsunuz. Bu da oraların kültürel seviyesini gösteriyor.

Camden Limanı                          ve                       Camden Sanat fuarı

Neyse burayı da gezdikten sonra bir şeyler yiyelim dedik ve ilk ve son defa olarak bir büfeden “hotdog” yani sosili sandviç alıp öğle yemeği niyetine yedik. Amerika’ya gelip de “hotdog” yemeden dönmek olmaz! Aslında bunun bir sebebi de Camden limanından kalkan yelkenliler var ve sizi iki saat körfezde gezdiriyor. Biz de Lisa vasıtasıyla “Surprise” isimli bir yelkenlide yer ayırtmıştık ve onun kalkış saati de gelmek üzereydi. Bu sırada şansımıza bulutlar da dağılmış ve hava pırıl pırıl olmuştu. “Surprise” schooner sınıfı yaklaşık 15 metrelik bir yelkenli. İki tane kaptanı vardı, biri yaşlı ve biri de genç. Biz de herhalde 12 kişi kadar bir gruptuk. Şansımıza çok güzel bir rüzgar esiyordu ve hiç rahatsız olmadan iki saat Camden açıklarında Penobscot körfezinde dolaştık. Bu arada yaşlı kaptan da bize bilgiler veriyordu. Bu sayede ıstakoz avcılığı hakkında epey bir şeyler öğrendik. Neler mi? Mesela her ıstakoz avcısı bir şamandıraya bağlı bir sepet atabiliyormuş ve toplam sepet sayısı 800 ü geçemiyormuş. Yani ıstakozcuysanız azami 800 sepet atabiliyormuşsunuz ve herkesin şamandıra renkleri ayrı imiş. Ayrıca bu sepetlerden her gün en az 200 adedini toplayıp ıstakoz olup olmadığını kontrol edip varsa almanız gerekiyormuş. Başkasının sepetinden ıstakoz çalmak büyük suçmuş. Eğer çıkardığınız ıstakoz 2.5 lb. dan daha ağırsa suya bırakmanız gerekiyormuş zira bunlar damızlık oluyormuş. Söylediğine göre bir ıstakozcu senede $ 200,000 a kadar para kazanıyormuş.

Surprise teknesi

      

Surprise’dan manzaralar

Tekne gezisinden limana döndüğümüzde hava biraz serinlemişti ve biz de limanın bir arka sokağındaki kitap dükkanına daha doğrusu kütüphaneye gittik. Küçük bir kasaba ama kütüphanesi var. Bunun içinde de küçük bir kafe. Burada kahvelerimizi içip ısındıktan sonra otele dönüp akşam yemeğinden önce dinlendik.

Akşam yemeği için bir önceki gece yemek yediğimiz yerin karşısındaki “Peter Ott’” isimli lokantaya gitmeye karar verdik ve ben buraya da bir mail gönderip rezervasyon yapmak istedim. Gelen cevapta 6 kişilik gruplardan aşağıdaki sayılara rezervasyon yapmadıklarını söylediler. Eh ne yapalım? Biz de şansımızı denemeye karar verdik. Gittiğimizde şans bize güldü ve iki kişilik bir masa bulabildik. Lokanta bayağı kalabalıktı, hatta bizden sonra gelenler masa boşalması içi bir  süre ayakta beklediler.

Aslında bu lokantalarda sıra beklemek çok büyük problem değil. Sebebi de Amerikalı’lar akşamüstü saat 6 da akşam yemeği yiyorlar ve lokantaların çoğu da akşam 9 da kapıyor, bazıları ise 10’da. Onun için millet erken yemeğini yiyip kalkıyor ve devamlı bir sirkülasyon var. Yani saat 19:30 – 20:00 gibi giderseniz mutlaka birileri kalkıyor ve siz yer bulabiliyorsunuz. Bu yüzden bu küçük kasabalarda akşam saat 21:00 den sonra sokaklarda in cin top oynuyor ve otele dönüp televizyon seyretmekten başka yapabileceğiniz hiçbir şey yok.

  1. Gün:

Bugün Bar Harbor’a doğru yola çıkacağız. Maine kıyısındaki son durağımız. Internette okuduğumuz tavsiyelere uyarak yine US1’i takip ederek ilk önce “Knox Kalesi ve Penobscot Gözlem Kulesi” denilen yere geldik. Bu kale 18. YY’da Penobscot nehri kıyısında kuzeyden gelen saldırıları karşılamak için yapılmış bir müstahkem mevkii. Biraz aşağısında da nehir üzerine kurulmuş bir asma köprü olan “Penobscot Narrow” köprüsü var. Bu köprünün kulelerinden bir tanesinin tepesini gözlemevi olarak tasarlamışlar. Bu köprü ve kale aynı parkın içinde ve girerken her ikisini de gezmek için para ödüyorsun. Biz önce kulenin içindeki asansöre binip en tepeye gözlemevine çıktık. Buradan manzara harika. Hava da güzel olduğu için kilometrelerce uzağı görüyorsun. Güzel fotoğraflar çekip tekrar aşağı indik ve bu sefer de müze haline getirdikleri kaleyi  gezmeye koyulduk. Tabiyatıyla bizdeki tarihi eserler yüzlerce yıl eskiye gittiği için 18. YY’da yapılmış bir kale bizim için fazla eski değil. Ama ne yaparsın burası Yeni Dünya!

Gözlemevinden Atlantik Okyanusu’na(Güney) doğru manzara ve aynı yerden Bucksport’a (Kuzey) doğru bakış

Burasının hemen karşısında küçük bir kasaba olan Bucksport var. Öğle yemeği için oraya uğradık ve nehir kenarında çok güzel mütevazi bir lokanta bulup karnımızı doyurduk.

Bucksport’tan Penobscot köprüsünün görünüşü

Bu arada hava da bayağı ısınmıştı ve biz de arabanın üstünü açmaya karar verdik. Daha önce bahsetmeyi unuttum, araba kiralarkan bize verdikleri araba iki kapılıydı ve üstü açılabiliyordu. Daha önce üstü açılan bir arabaya hiç binmemiştik. Bunu tecrübe etmeye karar verdik ve iyiki de yaptık. Dediğim gibi hava muhteşemdi ve Camden’a kadar bu şekilde gittik ve hiç rahatsız olmadık.

Pastırma Yazı

Bar Harbor’a geldiğimizde kısa yoldan değil de, Kalacağımız yerin sahibesinin bize daha önce yolladığı e-mail’de tarif ettiği yolu kullandık, zira öbür yolda yol inşaatı varmış ve bayağı sıkışıyormuş. Dediğini yapmamız iyi oldu.

Kalacağımız “The Atlantean Cottage” isimli butik otelin sahipleri Nadine ve Brad bizi gayet hoş karşıladılar ve burada neler yapabileceğimiz hakkında epey bilgi verdiler.

Yukarıda bu gibi küçük yerlerde hayatın akşam 9’dan sonra durduğundan bahsetmiştim. Bahsetmek istediğim diğer bir şey de buraların çok emniyetli oluşu. Mesela Nadin bize otelin dış kapısını hiç kilitlemediklerini akşam istediğimiz saatte girip odamıza geçebileceğimizi söyledi. Bu otellerin sahipleri genellikle binanın üst katında yaşıyorlar ve alt kattaki odaları kiraya veriyorlar. Nadine’e kışın ne yaptıklarını sorduğumda kasım başında kapadıklarını Mayıs başında açtıklarını söyledi. Sebebi de buraları kış mevsiminin çok çetin geçtiği ve de fazla gelen olmadığı. Bar Harbor’da kışın tek bir otel açıkmış.

Bar Harbor’un ana caddesi

Ancak bizim orada olduğumuzda Bar Harbor turist kaynıyordu. Biz vardığımızda öğleden sonra olduğu için eşyaları yerleştirip kasabayı gezmeye çıktık. Buraya gelirken yolda havaalanının yanından geçerken “Planör ile uçuş” levhaları görmüştük. Buna katılıp katılamayacağımızı anlamak için bu şirketin şehirdeki ofisini bulduk. Bunlar üç tip uçuş sunuyorlar: Helikopter, çift kanatlı uçak ve planör. Biz ilk ikisini daha önce başka yerlerde denediğimiz için planör uçuşu için ertesi gün saat 14:00’e randevü aldık. Ben eskiden pilotluk lisansı aldığım için uçaklar ve uçmaya bayılıyorum. Eşim de öyle ve bu tecrübeyi yaşamak her ikimiz içinde çok güzel olacaktı.

Bar Barbor “Mt. Desert Island” denilen bir adanın doğu kıyısında. Adanın ormanlarla kaplı olmasına rağmen niye buraya “Çöl” dediklerini sorduğumda buraya gelen ilk Fransızların burayı çöl olarak gördüğü 😊ve onun için bu adı verdiklerini söylediler! Ne mantık ama!

Bar Harbor’dan bir manzara

Şehrin hemen karşısında Bar adası denilen bir adacık var. Bu ada karaya bir patika ile bağlı ancak “gel-git” durumuna göre bu patika suların altında kalıyor ve eğer adaya gidip zamanında dönmezsen adada mahsur kalabiliyorsun. Bizim orada olduğumuz saate sular yükselmişti ve biz de adaya uzaktan baktık.

O gece otelin yakınındaki bir İtalyan lokantasında yemek yedik ve burada Hindistanlı ancak ABD’de yaşayan ve buraya tatile gelen bir çiftle ahbap olduk. Bunlar daha önce Boston’da yaşamışlar ve bizimde oraya gideceğimizi öğrenince bize bayağı faydalı bilgiler verdiler.

Kahvaltıdan sonra, adanın hemen tamamını kaplayan “Acadia Ulusal Parkı”nı ziyarete başladık. Burası içinde gölleri, dağları olan muazzam bir park. Tüm parkı dolaşan bir yol var (Park Loop Road). Ancak önce ziyaretçi merkezine gidip bir günlük veya kaç gün orayı ziyaret etmek istiyorsan o kadar günlük bir bilet alıp bunu arabanın ön dikiz aynasına asman gerekiyor, zira arada kontrol noktaları var ve buna bakıyorlar. Bahsettiğim yolu kullanarak hiç durmadan parkı 40 – 45 dakikada dolaşabiliyorsun, ama pek çok yerde durunca bu saatler sürebiliyor.

Bu parkta pek çok gezilecek yer ve aktivite var. Mesela “trekking”. Pek çok patika var ve insanlar buralarda saatlerce yürüyorlar. Görülecek yerlerden bir tanesi de “Thunder Hole” dedikleri deniz kenarında kayaların arasında bir yer. Efendim, rüzgârlı ve dalgalı havalarda dalgalar bu kayalara çarpınca gök gürültüsüne benzer bir ses çıkarıyorlarmış ve onun için buraya bu ad verilmiş. Bizim orada olduğumuzda ise deniz süt liman olduğu için maalesef bu sesi duyamadık.

Acadia’daki küçük göletlerden birisi      ve       “Thunder Hole”

Diğer bir yer de adanın ortasındaki kocaman “Jordan Lake”.  Buraya geldiğimizde burada kocaman bir lokanta gördük, ancak o kadar kalabalıktı ki, değil lokantada, otoparkta bile yer yoktu. Neyse güç bela bir park yeri bulduk ama lokantaya girmek mümkün değil sıra var. Biz de vazgeçip göl kenarına inip fotoğraflarımızı çektik ve parkın ve adanın ortasında bulunan “Cadillac” dağına doğru yola koyulduk. Bu dağ yaklaşık 500 metre yükseklikte bir tepe ve tepeden tüm adayı 360 derece görebiliyorsun.

Jordan Gölü                                       ve              Cadillac Dağı’ndan Bar Harbor’a bakış

Artık planör zamanı gelmişti ve dağdan inerek havaalanına doğru yola koyulduk. Oraya vardığımız sırada planör bizden önceki çifti gezdirmiş ve tam o sırada iniyordu. Planörden çıkan çiftin ağızları kulaklarındaydı ve “Nasıl dı?” diye sorduğumuzda mükemmel olduğunu söylediler – ki haklıydılar.

Planör’ün pilotu Jeff aynı zamanda bir akrobatik uçak pilotuymuş ve binmeden önce bize epey bir talimat verdi. Aslında planör iki kişilik. Birisi önde ikincisi arkada oturmak üzere, ancak arkaya iki kişiyi yan yana bayağı enteresan bir yöntemle sığdırıyorlar. Önce ben sol tarafa oturuyorum, sonra karım da yarısı benim üzerimde olmak üzere sığıyor 😊.

Yerleştikten sonra bizi çekecek uçağa halatla bağlanıp kalıkşa geçtik. 4,000 ft. Yüksekliğe çıkınca Jeff halatı bıraktı ve çekici uçak havalanına döndü. Biz de başladık sessiz bir şekilde turlar atmaya. Hava da mükemmel ve Kanada’daki deniz uçağı maceramızdan sonra ki en güzel uçuşlarımızdan bir tanesini yaptık. Daha önce hiç planöre bimediğimiz için bu bizim için olağanüstü bir deneyimdi. Bu arada planörün sağ kanadının ucuna, planörün kabinine doğru bakan bir kamera yerleştirmişler ve tüm uçuşu kaydediyor. Uçuştan sonra size bu çipi veriyorlar, daha doğrusu satıyorlar. Bu sayede hem onların çektiği hem de bizim akıllı telefonlarla çektiğimiz güzel bir video arşivimiz oldu.

Planör…

Bu güzel maceradan sonra şehre geri dönüp biraz turistik alışveriş yapıp otelimize geldik.

Akşam yemeği için yine yakınlardaki “Havana” isimli lokantaya gittik. Burayı seçmemizin sebebi Başkan Obama ve karısının burada yemek yemesi ve Tripadvisor yorumlarının çok iyi olmasıydı. Ancak ne yalan söyleyeyim burasını öyle çok olağanüstü bulmadık. Evet çok zengin bir şarap mahseni var ama yemekler öyle ahım şahım değildi. Gene saat 9’da lokantadan ayrılıp boş sokaklardan otele döndük.

  1. 12. ve 13. Günler – BOSTON:

Eveet artık geri dönüş yolculuğu zamanı gelmişti. Bar Harbor’daki güzel hatıraları arkada bırakıp Boston’a doğru yola çıktık. Daha önce dediğim gibi yolumuz uzun olduğu için en kısa yoldan I-95’e çıktık ve olaysız bir şekilde Boston’da kalacağımız ve oldukça merkezi bir yerde konumlanmış olan “Revere Hotel Boston Common”a akşam üstü sıralarında sağ salim ulaştık.

Önce bu otel ile ilgili bir bilgi vermek istiyorum. Otel büyük, odalar büyük ve çok güzel bir lobisi var. Bazılarınızın bildiği gibi Amerika’da büyük otellerin çoğunda oda fiyatına kahvaltı dahil değildir ve kahvaltı fiyatı da adam başı $25 gibi abuk bir fiyattır. Bu yüzden bu otelde kadığımzı üç gecenin sabahında da 4 blok uzaklıkta “Flour&Co” isimli bir yerde kahvaltı ettik. Burasını bize Bar Harbor’da tanıştığımız Hintli çift tavsiye etmişti. İyi ki de etmişler. Burası sabahları işe giden insanların gelip kahvaltı ettikleri ve her türlü unlu mamüller, sandviçler, pastalar ve tatlılar yapan bir yer. Malları harika ve çok lezzetli. Her sabah ne yiyeceğimize karar vermek bayağı zamanımızı alıyordu ve bir de üstüne demleme çay yapıyorlardı! Üstüne üstlük bu güzel kahvaltı iki kişi için $20 civarında bir para tutuyordu. Onun için Boston’a giderseniz kahvaltı veya öğlen veya akşamüstü çay için buraya mutlaka uğrayın derim.

Boston’da kaldığımız üç gecenin üçünde de değişik yerlerde akşam yemeği yedik. İlk akşam, yakınlarda bir yer ararken büyükçe ve bayağı dolu bir lokanta bulduk ve “kalabalık olduğuna göre yemekleri de iyidir” diye düşündük ve haklı çıktık.

İkinci akşam yine Hintli çiftin tavsiyesine uyarak “Sportello” isimli ve otele 20 dakika yürüyüş mesafesinde bir İtalyan lokantasına önceden yer ayırtarak gittik. Burayı da yine aynı çift tavsiye etmişti. Burası da enteresan bir yer. Açık mutfak, şeflerin yemekleri nasıl yaptığını izleyebiliyorsun. Buranın en önmeli özelliği genel Amerikan adetinin aksine porsiyonları daha küçük ve makul olması. Burada harika bir yemek yedik ve çok güzel İtalyan şarabı içtik ancak fiyatlar pahalı.

Üçüncü akşam ise artık bu bölgedeki son gecemiz olduğu için Amerika’da bir zincir olan ve otelin tam karşısında bulunan “Legal Sea Food” isimli yere ıstakoz yemeğe gittik. Burada işte tembellik etmeyip bir bütün ıstakozu ellerimle ve afiyetle yedim!. Buranın fiyatları da gayet makul.

Bay Istakoz!

Dediğim gibi Boston’da üç gece tam iki gün geçirdik. Buralara gelince Amerika’nın meşhur outletlerine gitmemek olmaz. Biz de ilk günümüzün büyük bölümünü böyle değerlendirdik ve Boston’un güneyindeki “Wrentham Mall” a gittik. Buralarda bazen çok iyi markaları  çok acayip ucuz fiyatlara alabiliyorsunuz. Bu da oraya gittiğinize değiyor.

Boston’da yaptığımız diğer bir iş de “hop on-hop off” otobüsüyle (Bizde İstanbul’da Big Bus olarak var) şehir turu atmak oldu. Bunun faydası, yorulmadan şehir hakkında bilgi sahibi oluyorsun. Bu bilet fiyatının içinde ayrıca Boston limanından kalkıp tüm körfezi gezdiren ve yaklaşık bir saat süren bir tekne yolculuğu da olması. Biz bunu da yaptık ve gayet memnun kaldık. Hava gene güzeldi ve Boston’u denizden görme fırsatımız oldu.

Boston’un denizden görünüşü               ve               Boston Eyalet Evi

O gün ayrıca Boston’daki meşhur “Boston Tea Party” şovuna katılmak oldu. Efendim, “Boston Tea Party” 16 Aralık 1773 tarihinde o zaman İngiliz kolonisi olan buraların halkının, İngiliz hükümetinin koyduğu vergileri protesto etmek amacıyla kızılderili kıyafeti giyerek limanda bulunan ve İngiltere’den gelmiş olan bir gemiyi basıp, gemideki çayları denize dökme eylemine verilen isim.

Bu Amerikalılar şov işini biliyorlar, boşuna “Business is show business” dememişler. Bu tarihi olayı da, o zamanki kıyafetleri giyinmiş olan rehberlerin sizi de işin içine katarak olayı anlatmaları size rol yaptırmaları ve çayları denize dökülen geminin limandaki replikasına bindirerek sonunda gemiden çay balyalarını denize atma şovuna dönüştürmüşler. Bir buçuk saat süren bu şovda da bayağı eğlendik. Ayrıca bunların meşhur Paul Revere diye bir adamları var o zaman İngiliz askerlerinin geldiğini vatanseverlere bildirmek için yapmış olduğu meşhur bir atla gidişi var. Onu da anlattılar ve böylece bilgi sahibi olduk.

Boston Tea Party şovu

Boston hakkındaki genel görüşüm ise şöyle: Her büyük metropolode olduğu gibi kendine özgü bir gürültüsü var. Bundan önceki bir hafta boyunca gayet sakin yerlerde kaldıktan sonra bu şehir gürültüsü insan hoş gelmiyor. Ona bakarsanız New York daha berbat. Boston beni pek fazla etkilemedi dersem şaşırmayın. Sadece Harvard, MIT gibi üniversitelerin olduğu Cambridge bölgesi, oralardaki ara sokaklar falan güzel, ne de olsa üniversite alanı. Burada hele bir sokak var ki kafeleri, dükkanları, galerileriyle çok hoş bir yer.

Her şeye rağmen Boston’da iyi vakit geçirdik.

1.2.3. ve 14.15 günler – New York

“Büyük Elma” ayrı bir dünya. NY hakkında o kadar çok şey yazıldı çizidi ki benim burada tekrar etmem abes sayılır. Sadece dikkatimi çeken bazı şeylerden bahsedeceğim. Aslında NY derken kastettiğim Manhattan adası. Bronx, Queens, Brooklyn gibi diğer bölgeleri de var ama buraları sadece havaalanından gelir ve giderken arabadan gördüm onun için fazla bir şey diyemeyeceğim.

NY’a en son 17 sene önce gelmiştik. Aslında pek fazla bir şey değişmemiş. Hayret ettiğim bir şey ise herkes çöp torbalarını akşam kaldırıma bırakıyor ve çöp dağları oluşuyor, ama sabah saat beşte çöp kamyonları gelip bunları topluyor ve saat 6 dan itibaren kaldırımlar ter temiz oluyordu. Evet şehir 17 sene öncesine göre daha temizdi. Onun haricinde hemen hemen her sokakta yollar kazılmış bir takım yol çalışmaları yapılıyordu. Trafik berbat, hatta otele on blok uzaklıkta 15 dakikada yürüyebileceğin bir mesafeyi bir Cuma öğleden sonra arabayla bir saatte gittim. Başka bir diğer problem de park yeri. Manhattan’da park ücretleri anormal. Aşağıdaki fotoğrafı özellikle çektim. Arabanızı kapalı bir otoparka bırakmak isterseniz başınıza ne gelecek bilesiniz diye!

Manhattan’da kapalı otopark ücretinden bir örnek!

Manhattan’da bilhassa sabah saatlerinde ama günün her saatinde, ellerinde karton kahve bardakları, kulaklarında telefonlarına bağlı kulaklıklar, diğer ellerinde çantaları, iş elbiseleri giymiş sağa sola koşuşturan, işe veya randevülerine yetişmeye çalışan, bir yandan telefonda konuşan kadınları ve erkekleri  görmek sıradan bir olay. Kapitalizmin zirvesi.

Manhattan’da gözüme çarpan diğer bir şey ise apartmanların çatılarındaki silindir şeklinde tepeleri koni biçimindeki su depoları oldu. Bunların esas itibarıyla yangın için olduğunu bilmeme rağmen şekilleri etrafa hiç uymuyordu ve çok ilkel görünüyorlardı.

Çatıdaki su depolarından bir örnek ve Manhattan’ın meşhur “hotdog” büfeleri…

NY’da hoşumuza giden bir şey de ilk gün Central Park’a doğru yürürken rastgeldiğimiz motorsiklet geçidiydi. Sürücülerinin çoğunluğu takım elbise giymiş ve kravat yahut papyon takmış yüzlerce motorsiklet resmi geçit yapıyordu. Bunun ne olduğunu sorduk ve adının “Gentleman’s Ride” olduğunu ve dünyanın pek çok şehrinde yapıldığını ve amacının prostat kanseri ile savaşmak için bağış toplamak olduğunu öğrendik. Belki 500 den fazla motör vardı.

Gentleman’s Ride                                 ve                        High Line

NY’da geçirdiğimiz günler boyunca yaptığımız en iyi iki şeyden birisi bir Broadway şovuna gitmekti. “Kinky Boots” isimli bu şov Londra’da da oynuyordu ve geçtiğimiz baharda oradayken gidememiştik. İkincisi ise bir jazz klübüne gitmekti.

Önce şovu daha doğrusu oradaki tecrübemizi anlatayım (Şov olağanüstüydü). Buradan giderken her ikimiz de gripten yeni kalkmıştık. Tiyatroya gittik, internetten ısmarladığımız biletleri gişeden aldık ve içeri girip yerimizi bulduk. Yerimiz arka sıralardaydı ve üstümüzde klimanın kanalları vardı ve buradan tam gaz dondurucu hava tam üstümüze üflüyordu. Eğer burada oturursak buradan çıkmadan zatürre olacağımız kesindi.

Bu noktada bu Amerikalıların klima ve buz merakından bahsetmek istiyorum. Lokantalara veya kafelere gittiğinizde bir bardak su istediniz mi size ağzına kadar buz dolu bir bardak getirip üstüne su koyuyorlar, dışarda sıcaklık -20 ve kar yağıyor olsun farketmez! Ben bu bardağı geri gönderip  oda sıcaklığında su isteyince garsonlar bana uzaylıymışım muamelesi yapıyorlardı. Klima da öyle. Sonuna kadar açıyorlar ve her yerde donuyorsunuz.

Evet bize verilen yerlerde oturamayacağımızı anlayınca kalktık ve bir görevli bulup başka bir yerde oturup oturamayacağımızı sorduk. O da biz biraz ötede ayakta duran ve tiyatro müdürü olduğunu söylediği adama yönlendirdi. Adama durumu anlattık ve adam bizden müsaade istedi ve ortadan kayboldu. İki dakika sonra elinde iki yeni biletle geldi ve yeni yerlerimizi gösterdi. İkinci sıranın tam ortası! Burada tavan çok yüksekte olduğu için klima üstümüze gelmiyor. Adama çok teşekkür ettik tabii ki. Bu Amerikalılar hakikaten bazen çok pratik olabiliyorlar ama bazen de hiç!

İkinci yaptığımız güzel şeyin de bir jazz klübüne gitmek olduğunu söylemiştim. Bu da Columbus meydanında bulunan Time Warner iş merkezinin 5. katında bulunan “Dizzy’s Coca Cola Jazz Bar” dı. Allahtan önceden rezervasyon yaptırdık ve de çok iyi etmişiz zira rezervasyonsuz gitseydik dışarda kalacaktık. Gittiğimiz gece 17 kişilik ve genellikle Latin Jazz çalan bir grup vardı. İki saat süreyle harika bir program yaptılar.

Dizzy’s Club Jazz Band!

Manhattan’da, Central Park, Top of the Rock, The High Line, Whitney Müzesi, New York Halk Kütüphanesi, Bryant Park gibi yerleri de gezdik. Bunlardan en ilginci, The High Line denilen eski bir demiryolu. Bu demiryolu vaktiyle sütünlar üstünde yolun üstünde yapılmış ancak şimdi bir yaya yoluna dönüştürülmüş. Baştan sona oldukça uzun. Burasını tam yürümek istiyorsanız rahat ayakkabılar giymenizi öneririm.

Manhattan’da daha gezilecek pek çok yer var ama bizim zamanımız ancak bunlara yetti.

Bu arada Manhattan’da kaldığımız Hotel Elyseé’den bahsetmek istiyorum. Intenetten bulduğumuz bu otel hakikaten güzel çıktı. Bir kere Avrupai bir havası var. Odaları büyük ve rahat. Ayrıca bir özelliği de bütçenize iyi gelmesi. Sebebi de hem otel fiyatına kahvaltının dahil olması hem de akşam üstü saat 5 ile 8 arası lobide bedava peynir ve şarap servisinin bulunması. Sadece peynir değil başka atıştırmalıklar da bulunuyor. Bunları yiyince akşam yemeğine yer kalmıyor ve böylece akşamı bedavaya çıkarıyorsunuz 😊.

Havaalanına gitmek üzere otelimizden ayrıldığımızda yorgun ama muteşem iki hafta geçirdiğimiz için mutluyduk. ABD ve ülkemiz arasındaki politik meselelere girmek istemiyorum, onu her yerde detaylarıyla okuyabilirsiniz. Sadece ortalama Amerikalı’nın bırakın dünyada ne olup bittiğini, kasabasının dışında ne olup bittiğinden haberi yok.

Başka güzel gezilerde buluşmak dileğiyle…

Kutluk Armaoğlu

Ekim 2017