Bağdat Caddesi

KURTARILMIŞ BÖLGE:  BAĞDAT CADDESİ

Haziran 2014

Bağdat Caddesiyle tanışıklığım 1970 senesine uzanır. O zamanlar yazın Temmuz ayının ikinci yarısını, İş Bankası’nın Bayramoğlu Yelkenkaya’daki yeni yaptırmış olduğu tatil köyünde (o zamanki adıyla kamp) geçirirdik. Biz gençler tabiyatıyla eğlenceye düşkün olduğumuzdan ve benim ehliyetim ve de babamın kocaman 1962 Chevrolet (Şavrule) olması hasebiyle arabaya 8 – 9 kişi doluşup bazı akşamlar İstanbul’a daha doğrusu Bağdat Caddesi’ndeki Klüp 33’e gelirdik. O sıralarda Erenköy, Caddebostan bir sayfiye kasabasıydı. Hatırladığım kadarıyla Klüp 33 den ve halâ duran Divan Café’den başka da herhangi bir eğlence yeri ve lokanta gibi bir yer yoktu.

Gel zaman git zaman üniversite bitti, evlendim, ve 1982 yılında İstanbul’a tayin oldum. Kadıköy, daha doğrusu Bağdat Caddesi ve çevresinin Ankara’yı andırdığından olsa gerek ve ayrıca da benim iş yerimin Anadolu yakasında olmasından ilk evimizi Şaşkınbakkal’da tuttuk. O zamana kadar Şaşkınbakkal adını sadece bir zamanlar bankaların hesap açtıranlar arasında yaptıkları piyango çekilişilerindeki reklamlardan biliyordum ama neresi olduğunu bilmiyordum. Belki hatırlayanlarınız vardır, İş Bankası, Akbank gibi bankalar 1960 lı yıllarda tasarrufu teşvik etmek amacıyla hesap açtırdığın zaman belli bir miktara bir numara verir, sonra piyango çekilir ve numaran çıkarsa bir apartman dairesi kazanırdın. İş Bankası da Şaşkınbakkal’da çekilişle daire verirdi. O zamanki reklamlarından aklımda kalmış işte.

Neyse, bu yıl, tam olarak söylemek gerekirse 16 Haziran günü, İstanbul’a gelişimizin 32. senesi bitti. Bu süre zarfında hep Bağdat Caddesi etrafında oturduk : Şaşkınbakkal, Göztepe, Erenköy ve nihayet Suadiye. Bütün bu yıllar içerisinde Bağdat Caddesi esasında fiziki olarak öyle çok değişmedi. Yani tüm binalar yıkılıp, yerlerine yeni apartmanlar AVM’ler yapılmadı. Buraya taşındığımızda sık sık gittiğimiz Şaşkınbakkaldaki Atlantik sineması Marks & Spencer büyük dükkanı oldu ve onun çapraz köşesine de Boyner çok katlı mağazası açıldı. Baktığınız zaman 30 – 40 yıl önceki aynı apartmanlar halâ duruyor. Bu saatten sonra yani “dönüşüm” denilen ucube çıktıktan sonra kaç tanesi ayakta kalır bilmiyorum. Zaman gösterecek.

Yirmibeş yıl kadar önce, hatırladığım kadarıyla 1987 de, sahil yolu yapıldı. İyi de oldu yoksa caddenin trafiği şu anda imkânsız olurdu. Ondan evvel kıyıdaki tüm evler yalı niteliğindeydi. Şimdi hepsinin önünde kocaman bir yol. Hatırlıyorum, biz geldiğimizde Ethem Efendi Caddesinin devamı olan Erenköy Cami Sokağın sonunda kayık kiraladığımız bir yer vardı ve zaman zaman üçümüz kayıkla deniz sefası yapardık. Şimdiki Migros olan Fahrettin Aslan’ın meşhur Caddebostan Maksim’in yanından da kayık kiralayıp balığa çıkardık.

Evet fiziki olarak değişmedi ama atmosfer olarak da değişmedi. Halâ 40 yıl önceki hür havayı teneffüs ediyorsunuz. Bugün Suadiye ışıklardan Göztepe ışıklara kadar olan yaklaşık 5 – 6 kilometrelik kısmı ele alalım. Cadde üstünde iki tane cami (Mihrimah Sultan ve Galip Paşa) ve sayısını bilemediğim café, pub, hızlı yemek yeri ve lokanta var. Bu parkuru bir baştan bir başa hiç yürüdünüz mü bilmiyorum ama benim oldukça sık yaptığım bir şey. Bu yürüyüşler sırasında ve buradaki pub veya cafélerden bazılarında oturduğum zamanki gözlemlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Burada yürümek, oturmak ve yaşamak bence bir ayrıcalık. Nedenine gelince kimsenin kimseye karışmadığı yani hiç bir mahalle baskısının olmadığı bir dünya. Camide Cuma namazı kılınır, karşısındaki lokantada insanlar şarabını yudumlar. Mini etek veya şortlu hanımlar yürür, kimse dönüp bakmaz. Aynı şekilde türbanlı hanımlar yürür, publarda oturup kola veya limonatalarını içerler, kimse dönüp bakmaz. Ancak bütün bu insanların davranışlarında belli bir takım özellikler var. İster mini etekli hanımlar, olsun, ister turbanlı hanımla, ister zıpır gençler, ister takım elbiseli iş insanları…

Herşeyden önce buranın havası insanları bazı disiplinli davranışlar içerisine sokuyor. Şaşkınbakkal ışıklarda karşıdan karşıya geçmek için sabırla kendisine yeşil ışığın yanmasını bekleyen aynı insan Kadıköy meydanına gidince tüm diğer insanlar gibi ışık mışık dinlemeden yolun ortasına atıp arabaların arasından koşturarak karşıdan karşıya geçiyor. Bunun sebebi ne acaba? Ben bunu bizim Almanya’da çalışan işçilerin arabalarıyla tatile memlekete gelince hiçbir trafik kaidesini dinlemediklerine benzetiyorum. Orada tek bir kaza yapmayan, trafik kurallarına harfiyen uyan adam burada tam tabiriyle trafik canavarına dönüşüyor. Hadi diyelim Almanya’da trafik kuralları son derece sıkı ama Bağdat Caddesinde kuralları uygulayan trafik polisi mi var da insanlar bunlara dikkat ediyor? Bu konu sanırım toplum psikolojisi ile ilgili, etrafındakiler ne yapıyorsa sen de aynısını yapıyorsun. Bakıyorsun herkes yeşil ışığı bekliyor, sen de bekliyorsun, herkes kendini yolun ortasına atıyor, sen de atıyorsun.

Buraya gelen insanların davranışlarında gözüme çarpan diğer bir husus, genellikle kimsenin acelesi olmaması – dolmuşlar hariç onlar da dolu ise. Yani kaldırımda yürüyen insanlara bakıyorum herkes gayet rahat salına salına yürüyor, ne de olsa piyasa yapmaya gelmiş olmaları. Bu da burasının bir iş merkezi olmayıp bir piyasa, bir eğlence ve alışveriş yeri olmasının sebebi.

Bunun diğer bir göstregesi de café ve lokantalarda öğlenleyin müşterilerin yüzde doksanının hanımlar olması. Beyler işte para kazanma peşinde, hanımlar da buluşup rejim salatalarını yerken birbirlerine aldıkları eşyaları gösterip dedikodularına devam etmeleri. Hanımlar demişken aklıma hep takılan ama sanırım cevabını da bildiğim bir soru var. Neden hanımlar cep telefonlarını ellerinde taşırlar da çantalarında değil? Bulduğum cevap ise çantaları genellikle o kadar büyük ki içlerinde ben bile kaybolabilirim. Telefonları çantalarında ise çaldığında bulabilmeleri için ya panik içinde çantalarını karıştıracaklar, ya da baş aşağı boca edecekler, yoksa arayan sıkılıp kapatabilir.

Ama burada hanımlara haksızlık etmeyelim. Erkekler de pek farklı değil. Bilhassa gençler. Hepsi dar blucin giydikleri ve benim gibi askılı çanta taşımadıkları için (dinazor işi olduğunu düşündüklerinden olsa gerek) hepsinin elinde istisnasız cep telefonu, sigara paketi ve cüzdanları var. Oturdukları zaman hepsini masanın üstüne koyuyorlar, hele üç veya dört erkek bir arada oturuyorlarsa masada tabak koyacak yer kalmıyor. Genç beylerden bahsetmişken, kirli sakallarından bahsetmemek olmaz. Nedense hepsi gene istisnasız kirli sakallı. Evet bu anladığım kadarıyla moda ve çok revaçta ve hanımlar da herhalde buna bayılıyorlar. Bu da bana tuhaf geliyor. Ben kadın olsaydım kirli sakallı bir adamla çıkmazdım ama galiba ben biraz demode olduğum için bunu anlayamayacağım.

Diğer bir davranış biçimi ise kim olursa olsun, ister kadın ister erkek café ve lokantalarda oturduklarında kendilerine önemli bir hava verme çabaları ve bunu yaparken etrafı çaktırmadan kolaçan edip “benim burada olduğumu görüyorsunuz değil mi?” tarzında bakışları. Ne de olsa hava atmayı çoğumuz severiz.

Gençlerin hepsinin bir veya iki cep telefonu var. Bu konuda çok yazıldı ama ben de yazmadan duramayacağım. Şimdi iki hanım arkadaş veya iki sevgili veya iki erkek arkadaş geliyor oturuyorlar ve beş dakka geçmeden her ikisi de cep telefonlarını açıp bir takım mesajlar yazmaya, bir şeylere bakmaya başlıyorlar. Bu bence büyük bir sosyal problem. Benim gibi insanlarla değil mesajlaşmak, telefonla konuşmayı bile sevmeyen, insanlarla yüz yüze konuşmaya önem veren birisi, için anlaması çok güç…

Buraya gelen arabalı kişiler ise ayrı bir olay. Zengin hanımlar ve beyler, Porsche Cayenne, Jeep, BMW X6, vs gibi araçlarla gelip yemek yedikleri yerin tam karşısına park ederek iki adım yürümek istememekte ve statülerini olanca ihtişamı ile göstermek istemektedirler. Bu konuda Allah’tan trafik polisinin para kazanma amacıyla – trafiği düşünmeleri değil ha! – belli yerlere park eden araçları çekip götürmeleri devreye giriyor da trafik bir nebze olsun nefes alıyor, yoksa park eden araçlardan tarfik yürüyemeyecek ve Bağdat Caddesi İstanbul’un en büyük açık hava otoparkına dönüşecek. Otopark demişken bundan 5- 6 yıl evvel kulağıma gelen bir söylenti aklıma geldi. O zamanlar Büyükşehir Belediyesi Bağdat Caddesinin altını kazıp otoparka çevirmek istemiş güya ama olmamış. Bilyorsunuz Paris’de Champs Élysées’nin altı kocaman bir otoparktır. Aslında iyi fikir ama böyle bir şey yaparlarsa buraları bir iki sene şantiye alanına döner ve biter.

Bu sıralarda İstanbul Shopping Fest var ve bu nedenle Bağdat caddesinde pek çok arap hanım görüyoruz. Bunların çoğunluğu Mısır ve Ürdünlü. Bunları ayırt edebiliyorsunuz çünkü başlarını bağlama tarzları bizimkilerin türbanlarından farklı. Bir de tamamen kara çarşaflı Suudi kadınlar var. Shopping Fest dışında bunlara pek rastlanmıyor. Türban demişken aklıma geldi. Neden Bağdat Caddesine cipli türbanlılar gelir de orta sınıf türbanlılar gelmez. Bakıyorum Maşallah hepsini altında bir jip, türbanları ve kıyafetleri marka, makyajlar yerinde ve de en önemlisi hepsinin güneş gölükleri gözlerinde değil kafalarında türbanın üstünde ve tabii ki cep telefonları da ellerinde! Laik kesimden kişiler ise hem orta hem de üst orta sınıftan insanlar. Orta sınıf türbanlıların Bağdat Caddesine gelmelerine izin mi yok, yoksa zengin türbanlılar kocaları veya babaları devletle iş yaptığı için mi türban takıyorlar ama Bağdat Caddesinden de vazgeçemiyorlar? Diğer bir deyişle, blucin kumaşından yapılmış pardösülü ve türbanlı hanımlar neden Bağdat Caddesine gelmezler? Laik kesimin gençlerinin hemen hemen tümü blucin pantolonlu. Şimdi blucin pantolon laik gençlerde modernitenin simgesi de aynı kumaştan yapışmış pardösü neyin simgesi? Yahut blucin pardösü giyince varoşlara mı mahkûmsun? Bu ne menem bir çelişkidir? Neyse, kendileri düşünsün.

Söz türbanlı hanımlardan açılmışken, niye hepsinin arkadaşları başı açık “laik” diye nitelendirdiğimiz hanımlar. İki tane türbanlı hanımın karşılıklı oturup yemek yediğini görmek çok ender. İlla bir başı açık hanımla birlikte olacaklar.

Bağdat Caddesinin çoğu esnafı bile yıllardır burayı mekân tutmuş. Daha önce dediğim gibi Divan belki 40 yıldan fazladır aynı yerde, Barış Büfe biz İstanbul’a taşındığımızda açıktı ilk açılışı kimbilir kaç sene öncesine gidiyor. Belki hatırlarsınız, Taksim’deki Kristal de Divan’ın yanında şimdi Starbucks’ın yerine hamburgerci açmıştı. Bunu da Taksim’e ilk McDonald’s açıldıktan sonra yapmış ve onu taklit etmişti, ancak kötü bir taklitti. Kurumsallaşamayan her işletme gibi o da tarihin yapraklarına karışıp gitti. Bildiğim kadarıyla Selamiçeşme’de bir hamburgerci var Kristal adıyla ama bu o Kristal mi bilmiyorum.

Lokantalardan bahsederken de üst orta sınıf lokantalarının hepsinin bir özelliği var ki o da girişte birer genç hanım “teşrifatçı” bulundurmaları. Bunlar sizi alıyor bir yere oturtuyorlar. Güleryüzlü davranırsanız iyi bir yer bulabiliyorsunuz. Ben bu teşrifatçıları – kendilerine saygısızlık etmek istemem herkes gibi onlar da ekmek parası peşinde – eskiden camilerdeki “ibrikçibaşı”na benzetiyorum. Acaba benim bilmediğim başka fonksiyonları var mı?

Bu café ve lokantaların ortak diğer bir özelliği de fonda müzik çalmaları ama bu müzik genellikle müşterilerin konuşmalarının kakafonisi arasında kaybolup gidiyor. Niye çalarlar bilmemki kimsenin dinlediği yok.

Sadece dükkanlar mı? Simitçisi, Milli Piyangocusu ve hatta Noter sokaktaki seyyar enginarcı bile senelerdir aynı yerdeler. Ofisim bir zamanlar Divan’ın çaprazında, evimiz de Noter sokağın arka tarafında olduğu için genellikle, eğer o gün bir yere gitmeyeceksem işe yürüyerek gidip gelirdim. Bu yürüyüşlerim sırasında köşedeki simitçi, piyangocu ve hatta bir zamanlar görme engelli bir incik boncuk satıcısyla bile ahbap olmuştum. Görme engelli beni sesimle tanıyordu. Pek çok kişi gibi ben de birkaç defa caddeyi geçmesine yardım etmiştim.

Bağdat caddesi deyince motosikletlilerden bahsetmeden olmaz. Bunlar bilhassa Divan’ın ve yanındaki Starbucks’ın önündeki kaldırıma sıra sıra park ediyorlar. Genellikle büyük “Chopper” veya “Honda Goldwing” tarzı motörler ve sahipleri de genç olmayıp orta yaş üstü kimseler ve havalarına da diyecek yok.

Bağdat Caddesi’nin insanlar üzerindeki etkisi ile ilgili bir anımdan bahsetmek istiyorum. Bundan dört beş yıl önce o zamanlar çalıştığım uluslararası şirketin Polonya’daki fabrikasından birisi mühendislik bölümünden diğeri de losjistik bölümünden iki genç hanım müşterileri ziyaret etmek için İstanbul’a gelmişler ve ben de onları havaalanından karşılayıp ofise getirmiştim. Yolda gelirken bir tanesi ki Türkiye’ye ilk defa geliyordu, bana “Türkiye’de kadınlar araba kullanabilyor mu” diye sordu. Ben de hiçbir tepki vermeden “Evet” diye cevap verdim. Daha sonra bunları Bağdat Caddesi üzerindeki şık lokantalardan birine götürdüm ve mevsim de yaz olduğu için dışarda oturduk. Bana soruyu soranı biraz etrafına bakındı ve BMW’li Porsche’li kadınları, oturanları görünce bana dönüp “Kusura bakma ben çok aptalmışım, burası Avrupa’nın herhangi bir şehrinden farkı yok” dedi Ben de kendisine, Avrupalıların bizleri çölde deve ile gezen geri kalmış ülke sandıklarını Türkiye’nin böyle bir yüzü olduğu gibi muhafazakar bir yüzünün de olduğunu izah ettim. Yani demem odur ki Bağdat Caddesi ayrı bir dünyadır.

Bu yazının başlığını bilerek “Kurtarılmış Bölge” koydum. Çünkü yukarıda da söylediğim gibi burada kimse kimseye karışmaz. İster namaz kılar ister şarabını içer. Bizim de özlediğimiz Türkiye bu. Son zamanlarda konuştuğum bir kaç kişiden duyduğuma göre Anadolu’nun pek çok şehrinde artık içkili lokanta kalmamış. Ben 1984 – 89 yılları arasında işim icabı her sene en az iki üç kere Orta ve Doğu Anadolu’yu gezdim. O zamanlar her şehirde çok rahat içki içebileceğim lokantalar ve hatta pavyonlar bile vardı. Evet insanlar muhafazakardı ama kimse kimseye baskı yapmıyordu. Yani Türkiye’nin Bağdat Caddesi gibi “Kurtarılmış Bölgelere” ihtiyacı var, ama her yerde, sadece batıda değil doğuda da. İnşallah o günleri görürüz.

Bu yazı biraz sevgili arkadaşım Rıza’nın “Kaybolan Mahalle” kitabına benzedi. Ancak Bağdat Caddesi henüz Ortaköy gibi kaybolmadı veya kaybolmaya yüz tutmadı. Ama bu rant sevdasına ne kadar dayanır bilemem. Umarım buralar yıkılıp yerine yeni binalar yapılmaz. belki istanbul’un başka yerleri, ne bileyim Nişantaşı, Maçka, Levent, vs de böyledir ama Bağdat Caddesinin havası bambaşka. Bu semtte oturmak dediğim gibi bir ayrıcalık ve büyük bir şans.