Amerika – Batı Kıyısı

Bu seyahati 2011 yılını Mayıs ayının ilk yarısında yaptık ve bu yazıyı döndükten sonra yazmaya başladım ancak yarım kaldı. Şimdi 2017’nin Temmuz ayında o zaman tuttuğum seyahat notlarına bakarak ve hatırlayarak kaldığım yerden devam ederek bitirdim.

Sevgili eşim ile 35. evlilik yıldönümümüz nedeniyle bir yerlere gitmeye karar verdik. Düşünüp taşındıktan sonra pek çok alternatif arasından Amerika’nın batısını görmediğimiz (aslında dünyada görmediğimiz o kadar çok yer var ki)  ve en son yaklaşık üç yıl önce Amerika’ya gittiğimiz için, bu sefer o taraflara gitmeye karar verdik.

Aslında ben teorik olarak Amerika’nın batısı görmüş sayılırım. İlkokul üçüncü sınıfı Palo Alto California’da okuduğum için oralara gittim. Ancak aklımda hayal meyal bazı şeyler kalmış. Bunlardan en belirgin olanı oturduğumuz ev ve yolun tam karşısındaki okulumdu. Bir de evin arka tarafındaki okuldan sonra oynadığım park. Bunların dışında pek bir şey hatırlamıyorum.

Neyse, nasıl bir güzergah izleyeceğimizi düşündük ve Los Angeles’ten başlamaya karar verdik. Bunun en önemli nedeni ise Türk Hava Yollarının İstanbul – Los Angeles doğrudan seferlerinin başlaması oldu. Aslında iyi de oldu çünkü bu planı yaparken çok sevdiğimiz bir dostlarımızın bu bölgeyi oldukça detaylı gezdiklerini öğrendik. Sağolsun arkadaşım oradan aldığı bütün kitap ve haritaları bize postaladı ve ayrıca İstanbul’a geldiğinde bize uğrayıp sözlü olarak da detaylı bilgi verdi.

Aşağıda anlatacağım güzergah onun tavsiyeleri neticesinde çıktı. Sayesinde çok güzel yerler gördük ve zamanımızı çok güzel değerlendirdik.

Bu seyahat toplam iki hafta sürdü. Planlama yaparken arkadaşımın tavsiye ettiği bazı yerleri atlamak zorunda kaldık. Bunun nedeni ise, eğer o yerleri programa alsaydık çok fazla araba kullanacak ve dinlenme zamanı bulamayacaktık. Ayrıca bazı yerler – mesela Yosemite National Park – çok yükseklerde olduğu ve kar ancak Mayıs ortası Haziran ortası arasında bir zamanda kalktığından, yollar kapalı olma ihtimali vardı ve bu riski almak istemedik. Bu gibi yerleri başka bir zamana bırakıp yola koyulduk.

İşte başlıyoruz:

30 Nisan Cumartesi:

THY’nin İstanbul’dan sabah 11:10 da kalkan TK 9 no.lu Boeing 777 uçağı ile LA’a doğru  hareket ettik. Yol, 3 tane film izlenmesi, bol yemek, uyku vs ile geçti. Los Angeles’e yerel saat ile tam vaktinde 15:30 civarında indik.

İnerken uçak, rüzgar altı, ve son yaklaşma pozisyonlarında bize LA’ı havadan görme imkanı tanıdı. Her ne kadar gitmeden önce haritada incelediysem de bu gözlem bayağı bir oryantasyon yapmama neden oldu ve çok da faydalı oldu.

Herhalde THY olduğumuz için pistin başında bizi bir polis arabası bekliyordu ve uçağı arkasına takıp apronun en uç köşesine götürdü. Uçaktan inip otobüslere doluştuk. İşte bundan sonra kaos başladı. Neden mi? O sırada herhalde alana aynı anda Çin, Dubai, Avustralya, vs den gelen uçaklar inmiş olmalı ki pasaport kontrolunda acaip bir kuyruk vardı. Düşünün bu kıtalar arası uçaklar 300 kişilik. Üç uçak gelmiş olsa eder 900 kişi.

Neyse biz de bir kuyruğa girdik ve yavaş yavaş ilerlemeye başladık. Bu arada kadın polisler insanları hizaya sokuyor, “Sen oraya git, sen şuraya!” diye emirler yağdırıyorlar. Pasaport kontrolünde tabii ki adamlar her şeye bakıyorlar. Parmak izleri kontrol ediliyor ve fotoğraflar tekrar çekilip yüz tanıma sisteminde kontrolları yapılıyor. Bu nedenle işlemler bayağı uzun sürüyor. Biz de kuzu kuzu bekliyoruz acaba bize hangi memur düşecek diye.

Neyse epey bekledikten sonra görevli, bizi bir hanım memura yönlendirdi. Önüne gittiğimizde “İşte şimdi ayvayı yedik!” dedim içimden. Niye mi? kadının soyadı “Gregoryan”!! İfadesiz bir suratla pasaportlarımızı aldı orasını burasını inceledi, parmak izimizi aldı, fotoğrafımızı çekti ve “Ankara’dan mı geliyorsunuz?” diye abuk bir soru sordu. Acaba Türkiye’de bir tek Ankara’yı mı bilyordu yoksa kökleri Ankaralı mıydı? İstanbul’dan geldiğimizi söyleyince standart sorulara geçti. Niye geldik, ne kadar kalacağız, vs. Sonunda damgayı basıp kazasız belasız buradan kurtulduk ama sevinemedik.

LA havaalanı bavul alma salonu bizim Atatürk havaalanının bavul alma salonunun dörtte biri. Veya bizi aldıkları kısım o kadar. Başka uluslararası geliş bölümleri var mı görmedim ama bizim geldiğimiz kısım çok dandik bir yer. Epey bir süre bavulları bekledikten sonra nihayet aldık ama bunun daha işin yarısı olduğunu farkettik. (Pasaport kuyruğunda bir saatten fazla bekledikten sonra bavulların gelmiş olacağını sanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Sanırım oradaki banta göndermeden önce hepsini tek tek x-ray’den geçiriyorlar).

Şimdi sıra gümrükten geçmede. Bavul ve son kontrol işlemleri sadece iki memur tarafından yapılıyor ve önlerinde bütün salonu yılan gibi kıvrılarak dolaşan iki tane insan kuyruğu. Bir tanesinin sonunu bulup biz de kuyruğa girdik ve yavaş yavaş ilerlemeye başladık. Gözlemlerime göre bavullarını kontrol edecekleri kişileri tiplerine göre ve “random” olarak seçiyorlar. Nihayet bize sıra geldi, memur pasaportları görünce bize Türkçe “Merhaba” dedi. Biz de aynen karşılık verince hiç bir şeye bakmadan bizi geçirdi.

Of Nihayet! Terminalden çıktık. Uçağın inişinden, gümrükten çıkışa kadar geçen süre tam ikibuçuk saat! Zaten 14 saat uçmuşsun, jet lag met lag bir de bu kuyruklarda bekle, canımız çıktı.

Şimdi sıra kiralık arabamızı almakta. Neyse kiralama şirkletlerinin otobüsleri beş dakikada bir terminalin önünden geçiyor, biz de bizimkini durdurup bindik. Her Amerikan büyük şehrinde olduğu gibi kiralama şirketleri terminalin bayağı uzağında.

Şirkete varıp da binaya girince bir hayal kırıklığı daha. Gene uzun bir kuyruk ve  bir tek görevli! Önümüzde Amerikalılar ve Fransızlar var.

Gene yaklaşık bir saat bekledikten sonra sıra bize geldi. Ben Türkiye’den rezervasyon yaparken küçük bir SUV istemiştim. Planımıza göre arabayı LA’de alacağız Las Vegas’ta bırakacağız. Gişedeki adam ekrana baktı ve aracı LV’da bırakacağımız için bize Nevada plakalı daha büyük bir araç vermeyi ve fiyat farkı almamayı önerdi. Ben de kabul ettim. Neyse işlemleri tamamladık ve anahtarları aldık. Park yerine gittiğimizde bir de ne görelim bize verdiği araba, pardon şey, otobüsle kamyon arası bir GMC Yukon! Alete iki basamak çıkarak biniyorsun. Önü iki metre arkası üç metre uzakta. Fehime “Sen bunu nasıl kullanacaksın?” diyerek bir an için benim kamyon şoförü olduğumu unuttu ve haşin bakışlarım karşısında sözlerini geri aldı. Hoş sonra kendisi de daha sonra büyük keyifle bu otobüs kamyon karışımı aleti kullandı.

Evet aleti aldık, park yerinden çıktık. GPS istemiştim, seyyar bir tane verdiler. Yol kenarında durup otelimizin adresini girdim ve başladık talimatları takip etmeye. Otelin adresi Beverly Drive olduğu için GPS bizi Beverly Hills’e doğru götürüyor. Nihayet Beverly Hills’e geldik ve GPS bizi bir blok etrafında başladı döndürmeye ve nihayet bizi dar bir yolda bir evin önüne getirip “Aha Burası!” dedi. GPS’in resmen kafası karıştı beyni sulandı çünkü bizi alakasız bir yere getirdi. Baktım olmuyor, bu sefer GPS’e otelin adını yazdım şıp diye buldu ve başka bir yola doğru götürmeye başladı ve oteli buldu. Beverly Drive, Beverly Hills’in güneyinde bayağı uzakta.

Bu vesileyle biraz LA’den ve gözlemlediklerimizden bahsedeyim. LA’de görülecek doğru dürüst iki semt var: birisi Beverly Hills, diğeri Holywood. Beverly Hills’deki evler hakikaten çok güzel. Paranın nerede olduğu belli oluyor. LA’ın diğer semtleri beş para etmez. Yolları bozuk, sokaklarda telefon direklerinden kablolar sarkıyor, yer altına alınmamış. Bizim yirmi yimi beş yıl önceki manzaralarımız. Bunun nedenini pek çok Amerikalı arkadaşıma sorduğumda hepsi de bunun daha ucuz fakat ayı zamanda emniyetli bir uygulama olduğunu söyledi. Pek inanamadım doğrusu.

Neyse sağ salim otele vardık. Tabiatıyla bu arada saat akşam 7 oldu. Odaya yerleşip uyumayalım diye sokağa çıktık ve akşam yemeği yiyelim dedik. Etrafta bir kaç lokanta var. Daha sonradan farkına vardık ki otelin bulunduğu semt Yahudi semti. Zira oralarda her gittiğimiz lokantada sürüyle kippalarıyla yahudi müşteri vardı.

Yemekten sonra jet lagden etkilenmemek için uyku haplarımızı alıp yattık ve sabah makul bir saatte uyandık.

1 Mayıs Pazar:

Evet bu sabah artık gezmeye başlamaya hazırız ama önce halletmemiz gereken bir işimiz var. O da fotoğraf makinesi almak! Benim Canon 40D büyük ve ağır olduğu için onu yanımıza almadık onun yerine buradan daha hafif kompakt bir şey alırız diye düşündük. İyi de düşünmüşüz. Gelmeden önce internette biraz araştıma yapmıştım ve  “Sammy’s Camera Store” diye bir dükkanı mimlemiş ve adresini yazmıştım. Oraya gitmeye karar verdik. Ancak günlerden Pazar olduğu için dükkan saat 10 da açılıyor, onun için önce biraz “şehrimizi tanıyalım” turu yaptık. Pazar sabahı, yollar boş. Filimlerde gördüğümüz pek çok yollardan geçtik. Bunlardan bir tanesi de meşhur Rodeo Drive. Ne mi düşünüyorum? Bence tamamen abartı. Kısacık bir yol, tüm meşhur markaların mağazaları var o kadar. Herhangi bir özellik yok. Gelsinler bizde Nişantaşı’nı veya Paris’te bir Champs Elysee’yi görsünler. Sekiz kere katlar. Ama ne yaparsın ki adamlar reklam yapıp pazarlıyorlar bütün dünya da aval aval bakıyor…

Neyse saat on oldu ve GPS’e adresini girdiğim fotoğrafçı dükkanına geldik. Tam onikiden isabet. Üç katlı kocaman bir dükkan. İçinde fotoğrafçılıkla alakalı ne ararsan var. Zemin katında kocaman bir tamir atelyeleri var her türlü makinayı tamir ediyorlar. Üçüncü katında fotoğraf makinelerinin satıldığı kısma gittik ve Fehime’nin de kolayca kullanabilmesi için bir compact Canon aldık. Taşıma çantası hafıza kartı vs, Türkiye’deki fiyatının üçte ikisi. Artık tursitik takılabilir ve resim çekmeye başlayabiliriz….

Planımızda pasifik okyanusunu görmek ve sahili dolaşmak var. Bunun için freeway’e çıkıp kuzeye yöneldik. Bir müddet gittikten sonra sola kıyıya doğru saptık. Solumuzdaki dağları aşıp Malibu’nun kuzeyinde bir yerden Pacific Coast Highway’e (PCH) inip tekrar güneye LA’e doğru döndük. Burada ilk defa Pasifik okyanusunu görmüş olduk. Kıyı uçsuz bucaksız kumsal ve günlerden Pazar olduğu için plajlar ana baba günü, herkes arabasını kıyıya parketmiş ve deniz kenarına inmiş. Yeri gelmişken dikkatimizi çeken bir konudan bahsetmek isterim. Bunu LA’den güneye San Diego’ya giderken de gözlemledik. Plajlarda hiçbir tesis yok. Yani şemsiyeci, şezlongçu, café, çay bahçesi, vs hiçbir şey yok. İnsanlar buz kutularını almışlar, havlularını kuma sermişler güneşleniyorlar. Çok azında şemsiye var. Allah’ın öğle güneşinde 30 derece sıcakta öyle yatıyorlar. Çok azı denize giriyor (bunun nedenini aşağıda anlatacağım). Herhalde kıyılar bozulmasın diye tesis yapımına izin vermiyorlar veya met cezir ve fırtına gibi şeylerden çekindiklerinden böyle bir şeye kalkışmıyorlar. Bizde olsa her yer şemsiye, şezlong, çay bahçesi, dondurmacı, frigocu, kolacı kaynar.

 PCH’ten Malibu kıyıları

Bu arada saat öğleden sonra iki gibi oldu ve biz de acıkmaya ve bir lokanta bakmaya başladık. Dediğim gibi günlerden Pazar olduğu ve çok fazla yiyecek yer olmadığı, olanlar da dolu olduğu için biraz zorlandık ama nihayetinde kıyıdan biraz içerde ama denizi gören bir tepeye kurulmuş olan bir İtalyan lokantası bulduk. Bahçesi dolu olduğu için içerde bir yer bulabildik ama daha iyi oldu. Aslında lokantanın ikinci ve daha güzel manzaralı bir bahçesi var oraya masalarda koymuşlar ama açmamışlar. Muhtemelen oraya yetişecek garsonları olmadığındandır. Zaten koca lokantaya iki garson bakıyordu.

Yemekten sonra güneye doğru kıyı kıyı yolumuza devam ettik ve Santa Monica’ya geldik. Güç bela bir park yeri bulduk ve biraz yürüyüşten sonra kumsala inebildik. Filmlerde görmüşünüzdür her şehrin uzun ayaklar üstüne yerleştirilmiş rıhtımları var. Bunlara “Boardwalk” da deniyor. Santa Monica’nın ki de oldukça uzun ve büyük. Üstünde lunaparkı bile var.

 

Santa Monica Boardwalk

Artık zaman denize girme daha doğrusu ayaklarımızı suya sokma zamanı geldi. Böylece kendimizi Pasifiğin sularıyla da takdis etmiş olacağız! Miami de Atlantik suyuyla takdis edilmiştik şimdi sıra batıda. Bu sayede insanların niye denize girmediklerini çok iyi anladık zira su anormal soğuktu.

Artık yolumuza devam etme zamanı gelmişti ve tekrar arabaya binip kıyıdan Venice Beach’e doğru devam ettik. Venice Beach de diğer yerler gibi ana baba günü!. Dolaş dolaş park yeri bulamadık. Bir açık otopark var ama dolu ayrıca bir tabela koymuşlar saati $ 15!!

Yeri gelmişken bu park meslesi üzerinde biraz durayım. Amerika’da park yeri demek tonlarca para demek. Kaldığımız otellerde LV hariç hepsinde otelin parkına günlük $ 28 – $30 verdik. Adamlar bundan çok kazanıyor. Sokakta park edeceksen yanında bozuk olacak ve parkmetreye parayı atacaksın. Trisikletli kadın polisler her yerde devamlı dolaşıp para atılmamış veya zamanı dolmuş park metreleri kontrol edip anında ceza yazıyorlar. Hatırlıyorum da Miami’de bir keresinde bir yere park ettik, yanımda bozuk yoktu etrafta para bozduracak yer de bulamadım ve park metrenin yanındaki makinadan kartla ödedim. O sırada farkına varmadım ama sonra farkettim ki $ 30 çekmiş. Meğerse kredi kartı ile ödedin mi günlük çekiyormuş. Kazık yedik bir kere.

Evet Venice Beach’te park yeri bulamayınca ve trafik de dar sokaklarda gıdım gıdım ilerleyince orayı tam olarak görememekten dolayı biraz buruk olarak yolumuz devam ettik. Aslında hiç de üzülmeye değmezmiş onun nedenini de biraz sonra anlatacağım.

Venice Beach’ten sonraki yer Manhattan Beach. Neyse burada bir park yeri bulduk ve kıyıya inip biraz dolaştık, güzel bir dondurmacıdan dondurmalarımızı alıp sağda solda gezindik.

Eh artık akşam olmak üzereydi ve biz de bayağı yorulmuştuk onun için otelin yolunu tutup, gene yakında bir lokantada yemek yiyip otele döndük. Bu arada lokantada yemek yerken duvarda televizyon açıktı ve derken yayını kesip Obama’yı çıkardılar. Obama televizyonda El Kaide lideri Usame bin Ladin’in Amerikan özel kuvvetleri tarafından öldürüldüğünü canlı yayında açıkladı. Tabiyatıyla lokantada herkes – biz de dahil – ayağa kalıkıp alkışladı ve birbirini tebrik etti. Bu da bizim için enteresan bir anı oldu. Biz de alkışladık çünkü bu radikal İslâmcı terörist yüzünden tüm dünya değişti ve bizim ülkemize de etkileri pek kötü oldu ki halen çekiyoruz.

2 Mayıs Pazartesi:

Bir gün önceden oteldeki concierge çocukla konuşup şehir turları hakkında bilgi almış ve bu turlardan City Tour + Universal Studio Tour olanını seçip yer ayırtmıştık. Sabah saat 08:30 da tur otobüsü gelip bizi otelden aldı. Bizim otelden başka bir iki otele daha uğrayıp turistleri topladıktan sonra havaalanı yakınındaki merkez büroya bizleri götürdü. Olay şu: Tüm tursitleri burada topluyorlar, orada seçtiğin turun parasını ödüyorsun ve o tur için ayrılan otobüse biniyorsun. Adam sayısına göre otobüsleer büyük veya küçük olabiliyor. Bizim turda herhalde 15 – 16 kişi vardı ve bizi burunlu bir midibüse doldurdular.

Şoför + rehber genç bir adam ama çok bilgili bir çocuk. Bilhassa “Holywood” konusunda derya. Zaten sonradan öğrendik ki Holywood tarihi konusunda kitap yazmış ve kitabını da ayrıca satıyor.

Otobüs bizi önce Venice Beach’e götürdü! Tabii ki çok sevindik. Bir gün önce göremediğimiz için üzüldüğümüz yeri bu sefer çok sakin bir şekilde hiç kalabalık olmadan doya doya görme ve resim çekme imkanı bulduk. Bu arada bir gün önce önünden geçtiğimiz ve saatine $ 15 isteyen park yeri bomboş ve önündeki levhada ücretin günlük $ 15 olduğunu yazıyor. Ne yaparsın arz talep meselesi.

Venice Beach’ten manzaralar!

Venice Beach oldukça enteresan bir yer. Bence Santa Monica ve Manhattan Beach’den daha güzel.

Tur otobüsü bizi daha sonra Rodeo Drive, Beverly Hills ve Farmers Market’a götürdü ve öğle yemeği molası verildi. Bu Farmers Market hakikaten çok güzel ve değişik bir yer. Güzel bir İtalyan lokantası bulup güzel bir yemek yedik ve etrafı biraz gezdik. Bu arada ortadaki meydanda bir film veya dizi çekiyorlardı ve oynayan artistlerden bazıların filmlerden gözümüz ısırdı. Pek meşhur değildiler onun için isimlerini çıkaramadık.

Evet yemekten sonra tur otobüsünde buluştuk ve oradan Holywood’a gittik. Orada o gün “Thor” filminin galası yapılacağı için ana caddenin büyük bir kısmını trafiğe kapamışlar ve yerlere kırmızı halılar serip etrafına bariyerler çekmişler. Akşam törene hazırlamışlar. Yıldızlar limuzinlerle gelecek, kırmızı halının önünde inecek ve sinema salonuna gidecekler. Neyse biz de ana caddede dolaştık, sağa sola bakındık, polislerle ahbaplık ettik ve bol resim çektik.

Holywood!

Evet Holywood’u da gezdikten sonra tekrar otobüse doluştuk ve son durak olan Universal Studios’a doğru yola koyulduk. Oraya vardığımızda şoför bizi burada bırakacağını ve akşam üstü belli bir saatte başka bir otobüsün bizleri alıp otellerimize bırakacağını söyledi. Biz de kendisinin bahşişini verip kendimizi Universal Studios’a attık.

Adamlar bu show işini biliyorlar. Yüzlerce insan hemen hemen hepsi çocuklu, çok azı bizim gibi sadece karı koca veya çift bir o show’a bir bu show’a gitmek için oradan oraya koşturuyorlar. Anormal bir mekan. Çeşit çeşit show var. Biz de zamanımız anca yettiği için önce Studio Tour’a katıldık. Bu hakikaten çok enteresan. Kenarları açık otobüslere insanları dolduruyorlar ve studionun içinde bir saat dolandırıp pek çok şey gösteriyorlar. Bir yığın numara, atraksiyon ve meşhur filmlerin çekildiği setler. Alfred Hitchcock’un “Psycho” su, Jaws’ın kasabası, “Desperate Housewiwes”ın sokağı, King Kong’un adası gibi. Ama zamanınıza değiyor.

Alfred Hitchcock’un 1960 yılı yapımı unutulmaz “Psycho” filminin çekildiği ev

En son çekilen “King Kong” filminin meşhur gemisi! Aslında küçük bir havuzda bir maket

Solda “Back to the Future” filminin meşhur DeLorean’ı,

Sağ resimde sol taraftaki siyah araba da meşhur “Kitt”

 Jaws filminin çekildiği havuz 

Daha sonra Special Effects show’una katıldık ve çeşitli film hilelerinin nasıl yapıldığını eğlenceli bir şekilde öğrendik. Son olarak da Terminatör 3D show’una katılıp robotların nasıl yok edilip dünyanın kurtulduğuna! şahit olduk. Tüm bunlar epey bir zamanımızı aldı ve gitme vakti geldi. Otobüsümüzü park yerinde bulduk ve bindik. Ama bu sefer şöför bir meksikalı ve otobüsü bizim İstanbul minibüs şöförlerinden beter sürüyor. Herife içimizden söylenerek neyse ki sağ salim otele vardık.

3 Mayıs Salı:

Eh artık LA’den ayrılma vakti geldi. Bavulları topladık arabamıza bindik ve yola koyulduk. Önce LA’ın görmediğimiz taraflarını biraz görelim diye şehir içinde biraz daha dolanıp ver elini San Diego.

San Diego’dan önce Long Beach var. Burası çok güzel bir şehir. Şehire girerken “Queen Mary” tabelalarını görüp o yöne saptık. Queen Mary transatlantiği emekliye ayrıldıktan sonra buraya getirmişler ve otel yapmışlar. Ayrıca içini de gezebiliyorsun. Biraz içinde dolaştıktan sonra özel bir tur var ona katıldık: “Ghosts & Legends”.

Herşey de olduğu gibi bunu da şova dönüştürmüşler. İki adam sizi karşılıyor ve geminin içinde, daha doğrusu en dip yerlerinde gezdiriyor. Ortam devamlı loş, derinden sesler geliyor. Anlatan adamın sesi de zaten korku filmlerindeki sapık adamların sesi gibi bayağı ürkütücü. Size bu gemideki paranormal ve hayalet olaylarını anlatıyorlar. Bazı yerlerde ışıklar sönüyor, bazı yerlerde geminin duvarları yarılıp içeri sular basıyor (tabii ki ıslanmıyorsunuz), vs. Karım ile biz bu arada bütün bu olaylardan dolayı bayağı eğlenip gırgır geçiyoruz. Keşke geçmez olaydık. Niye mi?

İlk olay: Tur bittikten sonra arabaya geri döndük. Ben normal gözlüğümü çıkarıp güneş gözlüğümü takmak istedim ama ara ara, gözlük yok. Halbuki arabayı park ederken arabanın içinde bıraktığıma eminim. Orayı yokla, burayı karıştır gözlük yok. Arabanın etrafını dolaşırken bir de baktım ki motör kaputunun üstünde gözlük kılıfıyla beraber orada duruyor. Daha önce ne ben ne Fehime orada gözlük olduğunu görmedik ve orada ne işi var? Neyse gözlüğümüzü bulduğumuza sevindik ve aklımıza herhangi bir şey gelmeden yolumuz devam ettik.

Bu arada Queen Mary’nin içinde bir yığın resim çektiğimizi de belirtmek isterim ki bu konuya daha sonra değineceğim.

Long Beach’ın çıkışında daha doğrusu güneyinde anormal geniş ve uzun kumsallar var. Burada biraz durup bir miktar daha resim çektik ve artık öğlen olduğu için bir yer ararken marina gibi bir yerin önünde bir Fransız lokantası gördük ve girdik. Adı “Mimmi’s Café”. Masada bulunan broşürdeki bilgiye göre burasının 2. Dünya harbinde Fransa’da çarpışmış ve Fransız kültürüne hayran kalmış eski bir asker tarafından açıldığını ve şimdi ailesinin işlettiğini öğrendik. Yemekler de bizim ağız tadımıza uygun olduğu için çok memnun kaldık.

Buradan ayrılıp San Diego’ya kadar durmadan devam ettik. Long Beach ile San Diego arasındaki kasabalar çok güzel. Hepsi sayfiye şehri niteliğinde.

San Diego’da önceden yer ayırtmadığımız için nerede kalalım diye düşünürken kaldırımda bisikletli bir “Tourism Information” hanımına rastladık. Kendisi sağolsun bize bayağı yardımcı oldu ve nerelerde otellerin olduğunu söyledi ve bilgi verdi. Biz de gözümüze hoş gelen limandaki “Holiday Inn” otelini seçtik ve oraya yerleştik.

San Diego’da iki meşhur yer var. “Gaslamp Quarter” ve Old Town” Akşam yemeği için biz de birinicisine gitmeye karar verdik. Çok güzel bir lokanta ve kaldırımda bir masada yer bulduk. Sokağın karşısında ise canlı müzik yapılan başka bir lokanta var ve müziği biz de duyuyoruz ve uzakta olduğu için de kulağımızı rahatsız etmiyor. Orada nefis bir yemek yedik. Biraz etrafı dolaşıp otelimizi döndük.

4 Mayıs Çarşamba:

Katastrof günü!!!

İkinci olay: Sabah kalktık ve dün Queen Mary’deki çektiğimiz resimleri bilgisayar’a yüklemek istedim ama ara ara fotoğraf makinesi yok. Fehime’ye sordum “Arabada bırakmışsındır” dedi. Arabaya indim altını üstüne getirdim yok. Tüm bavulları, çantaları, torbaları ne varsa aradık ama yok. En son hatırladığımız Long Beach’de öğle yemeğinden önce sahilde resim çektiğimiz ve sonra da makinayı arabaya koyduğumuz. Fehime de ben de bunu gayet iyi hatırlıyoruz. Makina resmen buharlaştı!

Bu olaydan sonra inandık ki hayaletlerle dalga geçilmeye gelinmiyor. Önce gözlük olayı ardından bu, resmen iyi saatte olsunlar bize varlıklarını hissettirdiler ve makinamızı da aldılar. Bu nedenle elimizde Long Beach ve Queen Mary ile ilgili tek bir resim yok. Allah’tan LA’de çektiğim resimleri son akşam bilgisayar’a aktarmıştım da onları kurtardık, yoksa onlar da olmayacaktı.

Ne yapalım, elle gelen düğün bayram. Biz de gidip bir fotoğrafçı bulup aynı makinadan ikinci bir tane daha aldık. Tabii bu arada yarım günümüz gitti.

San Diego’da görmek istediğimiz yerlerden bir tanesi de Sea World’dü. Burası tahmin edeceğiniz gibi suyla ilgili bir eğlence parkı. Burada da çeşit çeşit showlar var. Önce tüm parkı ve San Diego’yu tepeden görebileceğin “Sky Tower’a çıkan asansöre bindik sonra da  şu showlara katıldık:

  • Pet Rules : çeşitli evcil hayvaları eğitmişler ve çok güzel hareketler yaptırıyorlar.
  • Shamu : Katil balinaların showu (Bu yazıyı 6 sene sonra tamamalarken internette bu showun yasaklandığı haberleri çıktı)
  • Yunuslar: Şişe burun ve normal yunusların showları.

  

Yunus ve balina show

Bütün bu showları dolaşırken hava da sıcak ve güneşli olduğu için amele gibi yandık. Sonunda yorulup otele döndük ve yemek için Old Town’a gitmeye karar verdik.

Old Town denilen yer eski Meksika kasabası ve çok şirin bir yer. Bir tane ana cadde ve sağlı sollu lokantalar ve hediye dükkanları. Biz de bir tanesini beğenip oturduk. Yemekler ve ambiyans hakikaten çok güzeldi ve çok memnun ayrıldık.

5 Mayıs Perşembe:

Bu sabah dinlenmiş olarak San Diego’dan Las vegas’a doğru hareket ettik. Şehirden çıkış yolu 6 şerit gidiş 6 şerit geliş 12 şeritli bir otoyol ama tüm şeritler doluydu – trafiği tahmin edin. İlk durağımız Palm Springs. Burası çölün ortasında kurulmuş bir şehir. Burasının tarihte ayrıca önemli bir yeri var. O da – eğer Marylin Monroe’nun hayatını okuduysanız – Amerika başkanlarından John F. Kennedy ile burada buluştukları ve ilişkilerinin başladığı yer oluşu. Neyse bu kadar dedikodu yeter.

Yaklaşık 2.5 saatlik bir yolculuktan sonra Palm Springs’e vardık. Ne yapalım diye düşünürken şehrin girişindeki “visitor center”a uğradık. Buradaki görevli kadın bize “Aerial Tramway”e binip dağa çıkmamızı önerdi biz de tavsiyesine uyduk ki çok iyi yapmışız.

Aerial Tramway denilen şey sizi Palm Springs’in arkasındaki dağa çıkaran çok uzun bir teleferik. Bu teleferiğin kabini daire şeklinde ve çıkarken bir de kendi etrafında 360 derece dönüyor ve böylece her tarafı görme imkanı buluyorsunuz, yoksa herkes bir  yana yığılır ve dengesi bozulabilir.

 “Aerial Tramway”den Palm Springs’e bakış

 Ormanda yürüyüş

Tepeye vardığımızda inanılmaz bir ormana geliyorsunuz. Yukarda lokanta, café vs. var. Ayrıca bir de orman içinde yürüyüş parkurları var. Bunlardan bir tanesi bayağı uzun ve yanınıza kamp malzemeleri falan almanız lazım zira geceyi ormanda geçirmeniz gerekebiliyor. Buna başlamadan önce oradaki görevlilere bildirmeniz gerekiyor ki eğer belli bir saatte dönmezseniz sizi aramaya çıkıyorlar. Bir tane de bir – iki saatlik bir tur atabileceğiniz kısa bir parkur var ve biz de bunu seçtik ve ormanın içine daldık. Harika bir yürüyüş parkuru ve olağanüstü güzel.  Bu arada Mayıs ayının ilk haftası ve aşağıda sıcaklık 30 derecelerde olmasına rağmen bu yüksek yaylanın bazı yerlerinde halâ kar vardı.

Yürüyüşten döndükten sonra orada karnımız doyurduk ve tekrar aşağı inip Palm Springs’i şöyle bir gezip Las vegas’a doğru yola devam ettik. Yol bildiğimiz çöl yolu fakat bayağı rafik var. Palm Springs’den Las vegas’a iki yoldan gidebiliyorsunuz. Bir tanesi kısa fakat tamamen ıssız çöl yolundan diğeri de önce Los Angeles’e doğru giden fakat sonra doğuya sapan otoyoldan. Biz bunu tercih ettik.

Akşam saat 7 gibi Las Vegas’a vardık ve tam şehrin içine girdiğimizde hayatımda beni en çok korkutan olaylardan birisi oldu. Bir dört yol ağzında sağa dönmek için sağ şerite yanaştım ve trafik lambasının dönüş için yeşil yanmasını bekledim. Bu sırada sağ taraftaki kaldırımda yerde oturam üstü başı hırpani, elinde kesekağıdında içki şişesi olan bir evsiz dikkatimi çekti. Işık yeşil yanıdığında tam gaza bastım ki bu herif kendisini bizim arabanın önüne attı. Burada kendimle övünebilirim. Olağanüstü bir refleks göstererek direksiyonu kırdım ve adama çarpmadan dönüşü yapabildim ve yoluma durmadan devam ettim. Adamın buradaki amacı açıktı. Bize çarpıp ondan sonra tazminat falan koparmak. Neyse verilmiş sadakamız varmış ki bir şey olmadı. Bunca yıl geçmesine rağmen bu olayı bütün çıplaklığıyla halâ hatırlarım.

Neyse bu heyecandan sonra otelimize ulaştık. Internetten çok güzel bir imkân yakalayarak “Strip”teki  “Venice” ten yer ayırtmıştım. Harika bir oda verdiler, kocaman bir daire ve çok uygun bir fiyata. Arada böyle fırsatları yakalamak iyi oluyor.

 Las Vegas Hotel Venice

Monte Carlo’daki “Grand Casino” dan sonra ilk defa kumarhaneleriyle meşhur Las Vegas’a gelmiştik. Buradaki oteller – flimlerden görmüşsünüzdür – anormal büyük ve her biri bir tema. Bizimkinin teması da isminden anlaşılacağı gibi “Venedik”. Aslında kim kime kime kim duma seri imalat insanları ağırlayan bir otel. Yani lüks, şatafat, vs. ama o kadar. Bir yığın lokantası, gece klübü, havuzu ve tabiyatıyla kumarhaneleri olan bir yer. Mesela odamız binalardan birisinin en ucuna yakın bir yerdeydi ve aşağı inerken bir şey unutursanız herhalde almak için yarım kilometre falan yürümeniz gerekir. O gün yorulduğumuz için yemek yiyip biraz kumarhanede vakit geçirip odaya çekildik.

6 Mayıs Cuma:

Sabah havuz başında güzel bir kahvaltıdan sonra tursitik faaliyetlerimize başlayıp arabayı garajdan alıp önce “Strip”te şöyle bir dolaşıp, Las Vegas’a ilk defa gelen turistlerin yaptığı şehrin girişindeki “Wellcome to Las vegas” tabelasına gidip fotoğraf çektirdik ki biz de eksik kalmayalım diye😊

O gün programımız Grand Canyon’a gitmek. Grand Canyon bilindiği üzere Colorado nehrinin yüzbinlerce yıldır oyduğu bir kanyon ve doğu-batı yönünde. Ben bir kaç yıl önce doğu ucuna gitmiştim. Bizim amacımız batı ucuna gidip “Skywalk” denilen at nalı şeklindeki cam platformun üzerinde yürümek.

Buraya gitmek için önce doğuya doğru ana yoldan gidip sonra kuzeye dar bir yola ondan sonra da sonra da bir kısmı stabilize (henüz asfaltlanmamış) olan bir yola sapıyorsunuz. Yaklaşık 2.5 saatte oraya vardık. Yol çölden gidiyor ve yol üstünde ufak kasabalar var. Acaba bu kasabalarda hayat nasıldır. Okulları var, kiliseleri var, şerifleri var ve kendi küçük hayatları var. Buradaki insanlarla sohbet edip dünyayı nasıl gördükleri, nasıl algıladıkları, dünyadan ne kadar haberdar oldukları hakkında konuşmak isterdim.

 Grand Canyon’a giden toprak yol…

 

Şimdi buraları hep kızılderili bölgesi ve federal hükümet vaktiyle onlara yaptıklarından dolayı onları destekliyor ve yatırım yapmalarına imkân veriyor. Bu skywalk ve etrafındaki tesisleri de yaptıran zengin bir kızılderili. Yolu da o yaptırmuş ama bir kısmının asfaltlanmasına parası yetmemiş. Belki bunca seneden sonra asfaltlamıştır, kim bilir.

Burada yapılacak iki şey var. Bunlardan bir tanesi helikopter ile kanyon üstünde tur atıp ondan sonra nehirde botla gezmek, ikincisi de “Skywalk” üstünde yürümek. Biz de her ikisini yaptık. İkisi de çok eğlenceliydi. Ancak Skywalk üstünde fotoğraf çektirmenize izin vermiyorlar, fotoğrafı kendileri çekip size $25 e satıyorlar. Skywalk dediğim gibi kanyona doğru uzanmış at nalı şeklinde camdan bir platform. Resmen camın üstünde yürüyorsun alt tarafın 800 mt. aşağıda kanyon. Ayakkabıların camı çizmesin diye ayakkabının üstüne yumuşak kumaştan torbalar giyiyorsun. Oldukça enteresan ve güzel bir deneyim. Bazı insanların korkularını görüyorsun. Burası hakkında daha önce bir belgesel izlemiştim, ayrıca binanın girişinde konstrüksiyonu hakkında detalı açıklamalar var ve oldukça sağlam yapılmış bir bina.

Nehir kenarına helikopterle indikten sonra sizi kocaman bir motora alıyorlar ve 15 dakika nehrin bir yanına 15 dakika öte yanına gezdiriyorlar. Motörü kullanan genç bir çocuk. Nereden geldiğimizi öğrenince pek sevindi zira annesi ve babası İstanbul Boğaziçi Üniversitesinde hocaymış kendisi de buralarda çalışıp para kazanıyormuş. Dünya küçük!

Skywalk                                                                 Grand Canyon

 Colorado nehri ve Grand Canyon

  Helikopter’in nehir kıyısında indiği yer

 

Burayı da bitirdikten sonra tekrar geldiğimiz yola girip  Las Vegas’a doğru yola çıktık. Yolda meşhur “Hoover Dam”e uğrayıp orayı da gezdikten sonra otele vardık. Duşumuzu falan yapıp oteldeki Fransız lokantasında güzel bir yemek yiyip otelin gece klübünün karşısındaki kafede oturup gelenleri izledik ki oldukça eğlenceli bir deneyimdi. Buraya genellikle genç kız ve erkekler geliyor. Kızların hepsi istisnasız dapdaracık mini elbiseler ve yüksek tabanlı yüksek topuklu ayakkabılarla geliyordu. Ancak çıkışta hepsi çantalarından parmak arası tokyolarını çıkarıp ayakkabıları fora edip bunları giyerek gidiyorlardı 😊. Oldukça komik bir durumdu ve bayağı eğlendik.

7 Mayıs Cumartesi:

Bugün otelin havuz başında dinlenip vakit geçirdik ve akşam da gene “strip”e gidip Bellagio’nun önündeki havuzdaki fıskiye show’unu izledik. Akşam yemeğini yiyip biraz dolaştıktan sonra da odaya çekildik.

Bellagio  fıskiyeleri

8 Mayıs Pazar:

Bugün San Fransisco’ya gideceğiz. Arabayı havaalanında bırakıp uçakla öğlene doğru San Fransisco havaalanına indik. Las Vegas’ın sıcağından sonra burası bayağı serin geldi ki ileriki günlerde bunun da sonucunu görecektim. Burada da gene güzel bir araba kiralayıp GPS’e kalacağımız otelin adresini girdik ve kolayca ulaştık. Kalacağımız otel şehrin merkezi sayılan Union Square’e yakın bir otel ancak Las vegas’ın ihtişamından sonra pek basit geldi😊 Neyse buna da alıştık. San Fransisco’da yapılacak pek çok şey var onun için burada kalacağımız dört gün içerisinde hepsini sığdırmaya çalışacağız.

Önce tabiyatiyla Union Square’i dolaştık ve oradan yaya olarak bizi “Fisherman’s Wharf”a götürecek San Fransisco’nun meşhur “Cable Car” veya tramvayın kalktığı istasyona geldik. Bu tramvayın çalışması hakikaten isminde belirtildiği gibi daima dönüp duran bir çelik halat vasıtasıyla. Oldukça basit fakat son derece verimli bir mekanizma.

Her turistin yaptığı gibi Fisherman’s Wharf’da dolaşıp Boudin Bakery & Cafe adlı  enteresan bir lokantada çok güzel bir yemek yedik. Burası oldukça eski ve müze gibi kocaman bir yer. İmalat yapılan bölüm açık ve unlu mamüllerin yapılışını çok güzel bir şekilde görebiliyorsunuz. Burada harika bir yengeç çorbası içitk. Maalesef ben hala çöl havasında olduğumu zannettiğim için hafif giyinmiştim ve Pasifik Okyanusu’nun serin havası içime işlemişti. Onun için bu çorba çok iyi ama kâfi gelmedi. Artık vakit de yavaş yavaş akşam olduğu için şehir turumuzun devamını ertesi güne saklayıp geri döndük.

 

Cable Car başlangıç durağı                                      Boudin Bakery & Café

 Fisherman’s Warf

9 Mayıs Pazartesi:

Artık San Fransisco’nun gezilecek diğer yerlerini gezme vakti. İlk önce filmlerde gördüğümüz ve kıvrıla kıvrıla inen Lombard Street’e geldik. Aslında Lombard Street bayağı uzun bir cadde ama bir bölümünü bu kıvrımlı yol yapmışlar. Arabayla burayı gezmesek olmazdı. Herkes gibi biz de sonra inip fotoğraf falan çektik.

Lombard Street                                                     Coit Tower’dan Golden Gate

İkinci durağımız tüm şehri büyük bir tepeden gören bayağı yüksek bir kule olan Coit Tower’dı. Burayı da gezip, tepesine çıkıp bol bol fotoğraf çektirdikten sonra sıra Fisherman’s Wharf’a çok yakın olan Girardelli Square’e gelmek oldu. Burası çok enteresan bir yer ve güzel lokantaları var.

Bundan sonra sırada Golden Gate Park var. Burası San Fransisco’nun batısında muazzam bir park. Yürüme alanları, göller, çeşitli hayvanlar, vs. olağanüstü çok güzel bir yer. Burada epey bir vakit geçirdik. Artık akşam olmuştu ve biz de yiyecek bir yer ararken bir İtalyan lokantası bulduk. İşe bak ki sahibi İran’lı çıktı ve menüde Adana Kebap vardı! Şansa bak taa S.F’ya gel Adana kebap bul. Ancak biz yine de İtalyan yemeğini tercih ettik, çünkü bir hafta sonra zaten istediğimiz kadar kebap bulabileceğimiz yurdumuza dönecektik.

 

Golden Gate parkı

10 Mayıs Salı:

Bugün büyük gün çünkü Palo Alto’ya gideceğiz. Burası benim için çok önemli zira ilkokul üçüncü sınıfı ben burada okudum. Rahmetli peder Stanford Üniversitesi’ndeydi ben de burada okula gittim. Onun için oldukça heycanlıydım. Biz burada 1961 yılında yaşadık, dile kolay tam 50 yıl yani yarım asır sonra tekrar buraya geliyorum. Bakalım ne bulacağım. Burası ile ilgili olarak aklımda kalan pek çok anı ve manzara var ama takdir edersiniz ki 9 yaşında bir çocuğun aklında kalanlar.

Neyse, GPS sayesinde ve aklımda okulun ismi kaldığı (Escondido Elementary School) ve de okul hala mevcut olduğu için okulumu buldum. Ben o okulun ilk talebelerindendim zira okul o yıl açılmıştı ve etrafı tamamen tarlalar ile kaplı idi. Şimdi etrafına binalar yapılmış ve okul da bayağı değişmiş. Mesela okulun yan tarafında bulunan bir arsa otopark olmuş ve etrafında bir yığın ev.

 

Palo Alto’da 50 yıl önce oturduğumuz ev ve evin arkasındaki park. 50 sene sonra bile halâ duruyorlar….

  İlkokul 3. sınıfı okuduğum okul

 

Okula gidince müdürü buldum ve kendimi tanıttım. Adam bayağı ilgi gösterdi biraz sohbet ettik ve benim kaydımı bulup bulamayacağını sordum. Maalesef en son kayıtları 1965 yılına kadar gidiyormuş, yani benim kaydım çoktaan uçup gitmiş! Okulu biraz gezdikten sonra orada oturduğumuz evi görmek istedim. Bu kolaydı çünkü biz okulun tam karşısında oturuyorduk. Ev 50 yıl önce aynen bıraktığımız gibiydi. Önünde resim çektirirken evden genç bir adam çıktı ben de kendimi tanıtıp meseleyi anlattım. Adam pek memnun oldu ve hatta evin önünde fotoğraf çektirdik. Maalesef adamcağızın adını almayı unutmuşum.

Palo Alto’yu biraz dolaştıktan sonra San Fransisco körfezinin güney ucunda meşhur bir outlet’e geldik ve günün geri kalan kısmını burada geçirip (ne yaptığımız söylemeye gerek yok 😊) yorgun argın akşam bir vakitte körfezi dolanarak Oakland Bay Bridge üzerinden otele döndük.

11 Mayıs Çarşamba:

Bugün sıra S.F.’nun kuzey tarafların gezmeye geldi. İlk önce tabiyatıyla meşhur Golden Gate köprüsü. Bugün hava kapalı ve daha serin. Köprüyü geçip karşı taraftaki otoparka arabayı bıraktıktan sonra yürüyerek köprünün üstüne çıktık. Aslında köprüyü boydan boya yürümek isterdik fakat rüzgar bayağı serin esiyordu ve ben de hafiften hafiften hastalanmaya başlıyordum. Evet bu geziyi biraz kısa kesip arabayı aldık ve köprünün hemen sağındaki körfezde bulunana Sausalito adlı küçük kasabaya indik. Bu sırada hava bayağı düzeldi ve bu güzel yerde bir miktar vakit geçirdik. Burası şirin bir sahil kasabası niteliğine bir yer.

 Golden Gate köprüsü

 Sausolito

Ancak bizim daha başka planlarımız olduğu için oradan California’nın şarap üretim bölgesi olan Napa ve Sonoma’ya doğru yola çıktık. Yolda Mill Valley diye bir vadiden geçtik. Burası yeşillikler içinde bir vadi. Çok güzel yerleşim yerleri var. Bu arada soğuk algınlığım giderek arttığı için ve küçük bir yerleşim yeride bulduğum CVS mağazasından çeşitli soğuk algınlığı hapları ve vitaminler alıp yola devam ettik. Önce Sonoma’ya geldik ve biraz etrafı gezdik. Amacımız buradaki şarap bağlarını gezmek ve şarap tadımı yapmak, ancak hem benim soğuk algınlığım hem de araba kullandığım için bundan vazgeçtik. Onun yerine çok şirin bir lokantada öğle yemeğini yiyip Napa’ya doğru devam ettik.

Napa’da arabayı park edip sağı solu yaya olarak dolaştıktan sonra yakında gördüğümüz bir outlet’e girdik. Fehime alışveriş yaparken ben otoparkta arbanın içinde bir yarım saat kadar kestirip kendime geldim. İlaçlar da etki etmeye başladı. Ondan sonra tekrar S.F’ya doğru yola koyulduk ve akşam bir gece önce yemek yediğimiz Meksika lokantasına tekrar gidip kendimize güzel bir ziyafet çektik.

Bu bölgede Sonoma’yı Napa’dan daha fazla beğendik demem gerekir.

Sonoma’da bağlar ve güzel bir lokantanın bahçesi

12 Mayıs Perşembe:

Bu sabah ikimiz de hasta olarak uyandık. Sıkı bir kahvaltı, ilaçlar vs. kendimize biraz geldikten sonra bavulları toplayıp artık Los Angeles dönüş yoluna başladık. Dönüş yolumuz Pacific Coastal Highway (PCH) denilen ve Pasifik Okyanuzu kıyısından giden yoldan güneye giderek yolda Carmel ve bir başka yerde durup oraları gezmek. PCH Amerika’ da 1 no.lu karayolu ve bu virajlı yol bazen deniz seviyesinde bazen yüksek yarların üstünden güneye doğru gidiyor. Fazla sürat yapman mümkün değil, arada yol tamiratları var. Aslında SF’dan LA’a giden 101 no.lu otoyol var ama bizim görmek istediğimiz yerlerden geçmiyor. Bir müddet sonra Santa Cruz’a geldik.

 PCH

 

Burası sayfiye kasabası gibi deniz kenarında muazzam plajları olan çok güzel bir yer. Bu arada hava da açtı ve ısınmaya başladı. Deniz kıyısında çok güzel bir lokanta bulup öğle yemeğimizi yiyip yola devam ettik ve önce Monterey’e ulaştık. Burası da deniz kenarında çok enteresan bir yer ama bizim amacımız daha güneyde Carmel’e  gidip orada kalmak. Monterey’deki turizm bürosuna uğrayıp Carmel’de bir otelde yer ayırttık. Monterey – Carmel arası çok yakın.

Monterey

İyi ki Carmel’de kalmışız. Burası olağanüstü güzel bir kasaba. Adeta Amerika’nın içinde bir Avrupa şehri. Her yer sanat galerileri ile dolu, sokaklar pırıl pırıl, deniz kenarı bembeyaz kumsal, anlayacağınız muhteşem bir yer.

Carmel sahili

Otele yerleşip iyice bir gezdikten sonra kendimize güzel bir İtalyan lonatası bulduk. Yan masada yaşlıca bir kadınla ve kızı olduğunu öğrendiğimiz genç bir kadınla ahbap olduk. Meğerse Yeni Zelanda’dan geliyorlarmış ve Amerika’yı dolaşıyorlarmış. Türk olduğumuzu öğrenince çok memnun oldular zira Gelibolu’yu ve Türkiye’yi biliyorlarmış ama hiç gelmemişler. Seneye geleceklerini söylediler ve kendilerine e-mail adresimi ve telefon numaramı verip ararlarsa yardımcı olacağımızı söyledim. Nitekim İstanbul’a gelecekleri tarihi bildirdiler ve onlara bazı otel, lokanta tavsiye ettim ancak onların geldiği tarihte Bodrum’da olduğumuz için görüşemedik. Bir daha da kendilerinden haber alamadık.

13 Mayıs Cuma:

Sabah biraz daha iyileşmiş olarak uyandım ve otelde kahvaltı ettikten sonra Carmel ile Monterey arasındaki yarımadayı dolaşan “17 Mile Drive” ı gezmeye gittik. Burası 17 mil uzunluğunda özel bir yol. 9.5 US$ bastırıp bu yola giriyorsun. Yolun önce orman içinden başlıyor ve etrafında anormal güzel malikâneler, golf klüpleri vs var. Yolun bir kısmı okyanus kıyısından gidiyor, manzara harikulade.  Buralarda yaşamak için herhalde para derdin olmasa gerek. Evet ağzımız sulana sulana burayı iyice gezdikten sonra tekrar 1 no.lu yola çıkıp güneye doğru yola koyulduk. Bir müddet gittikten sonra yolda, “ileride yol kapalı” diye bir levha gördük ve bayağı meraklandık ama yine de devam ettik. Yolun kenarındna bir lokantanın önünde bir araba ve bir karı koca görünce durup sorduk. Onlar da tursitmiş ve kocası ileride yolun tamirat dolayısıyla kapalı olduğunu ve sol taraftaki dağı aşıp 101 no.lu otoyla çıkmamız gerektiğini söyledi. Biz de yol bitene kadar gidelim dedik ve Lucia diye küçücük bir yere geldik. Burası yolun kenarında üç dört tane binanın bulunduğu bir yer. Bunlardan bir tanesi de bir dükkan. Dükkandaki adama ne yapacağımızı sordum o da biraz ötede yolun sola dağa doğru çıktığını ve dağı aşıp 101 no.lu otoyola vardığını söyledi. Bir de bu yolun askeri bir alandan geçtiğini ve hız limitlerine mutlaka uymamız gerektiğini sıkı sıkı tembih etti.

Yol 7 mil kıvrıla kıvrıla dağa çıkıyor ve sonra 7 mil kıvrıla kıvrıla yokuş aşağı iniyor. Dar ve felaket bir yol. Sonra 20 mil kadar bir askeri üssün içinden geçip 101 no.lu otoyola bağlanıyor. Biz buradan geçerken etrafta askerler tatbikat falan yapıyorlardı. Neyse kazasız olaysız 101’e ulaştık. Yolda bir şeyler atıştırıp Santa Barbara’ya geldik/ Santa Barbara çok güzel bir şehir bilhassa deniz tarafı. Burayı da arabayla gezip güneyde LA’a daha yakın ve geceyi geçireceğimiz olan Ventura’ya geldik. Ventura artık son kalacağımız yer. Ertesi sabah çıkıp LA’ye ve havaalanına ve Türkiye’ye dönüş. Ventura’da güzel bir akşma yemeği yedikten sonra benim soğuk algınlığım hala devam ettiğinden erken yattık.

14 Mayıs Cumartesi

Ertesi sabah daha tam iyileşmemiştim ama yine de son bir defa yolda bulduğumuz bir outlet’e uğrayıp eksiklerimizi tamamladıktan sonra LAX’a vardık ve Türkiye’ye doğru yola çıktık. Bir seyahatimiz daha böylece nihayete erdirdik. Darısı başkalarının başına.