Kasım 2016
(Not: Üzerlerine tıkladığınızda, fotoğrafları daha büyük görebilirsiniz. Sayfaya dönmek için tarayıcının “geri” okuna basabilirsiniz)
Uzun zamandır istediğimiz fakat çeşitli nedenlerle bir türlü fırsat bulamadığımız Orta Avrupa gezisini nihayet 2016 nın Kasım ayında gerçekleştirdik. Biz bu gibi seyahatlere turlarla gitmeyi değil de kendimiz organize etmeyi seviyoruz. Turlar iyi hoş da bir programa ve başkalarına bağlısın. Biz ise daha bağımsız, kendi başımıza ve başkalarına da yük olmadan gezmek istiyoruz. Önceden yaptığımız programı da her an değiştirebilme özgürlüğüne sahip olmak da bizim için de çok önemli. Dolayısıyla bu seyahati de 2 hafta öncesinden yapmaya karar verdik. Aslında en önemli etkenlerden birisi de o tarihlerde çok ucuza İstanbul – Budapeşte gidiş geliş uçak bileti bulmamızdı.
Neyse gelelim programımıza. Dediğim gibi ilk durağımız Budapeşte’ydi, oradan Bratislava, oradan Prag, tekrar Budapeşte’ye dönüş ve memlekete avdet. Cumartesi gidip bir sonraki Pazartesi döndük. Ancak gidiş uçağımız Cumartesi akşamı ve dönüş uçağımız da Pazartesi sabah erken olduğu ve bir günü de Prag – Budapeşte treninde geçirdiğimiz için toplam 7 tam gün gezdik diyebiliriz. Budapeşte 3 tam gün, Bratislava 1 gün(yol ile beraber), Prag da 3 gün (yol ile beraber).
Bu saydığım şehirler arası yolculukları trenle yaptık, onun için önce bu tren yolculukları ile ilgili gözlemlerimi ve düşüncelerimi anlatayım.
Tren biletilerini gitmeden önce internetten aldım. Budapeşte – Bratislava biletini almadan önce interenette araştıma yaparken Macaristan demiryollarından nasıl bilet alınacağını anlatan bir siteye rast geldim (http://www.seat61.com/websites/mav-start.htm) ve oldukça faydalı oldu. Herşeyden önce Macaristan demiryolları sitesi MAV pek kullanışlı değil o yüzden bu site püf noktalarını anlatıyor. Mesela MAV sitesine girince Budapeşte – Bratislava tek yön bilet alamıyorsunuz, onun için gidiş geliş alıp dönüşünü kullanmamak. Bilet çok ucuz olduğu için pek fark etmiyor. Tek yön isterseniz Budapeşte’ye vardığınızda istasyona gidip oradan almanız gerekir.
Gelelim trenlere: Budapeşte – Bratislava biletlerini 2. sınıf aldık ve Bratislava – Prag ve Prag – Budapeşte biletlerini birinci sınıf almayı tercih ettik. Bu ilk iki yolculuğumuzda kompartmandaydık. 1. Sınıf kompartmanla 2. Sınıf kompartman arasında bir fark göremedik. Ancak Prag – Budapeşte treninde, birinci sınıf denilen yer trenin en arkasında bir vagon ve koltuklar pulman, yani uçak koltuğu gibi, önünde duvar gibi iki tane koltuk var. Bir de vagonun yarısı ters yöne bakıyor, bize de o düştü (6.5 saat ters yönde gittik 🙁 ) , çünkü bilet alırken yer seçimini kendin yapamıyorsun sistem otomatik veriyor. Hatta bize yan yana değil de arka arkaya yer vermiş, Allah’tan yanımıza da başka bir çifte o şekilde yer verince yerleri değiştik de karımla yan yana oturabildik. Diz mesafesi de ayrı bir sorun. Halbuki kompartmanlar çok daha rahat. Şansın yaver giderse 6 kişilik kompartmanda iki kişi veya dört kişi oturuyorsun – ki Bratislava ve Prag’a giderken böyleydi – ve ayak uzatma mesafesi de gayet iyi. Birinci sınıfın tek farkı bir şişe bedava su veriyorlar :). Bunun haricinde trenler oldukça hızlı ve genel olarak temiz (tuvaletler de idare eder) ve rahat. Bratsilava – Prag biletini alırken sistem yer numarası vermedi onun için sabah Bartislava istasyonuna gidince gişeden ayrıca 4 € vererek yer numarası aldık. Buna dikkat etmek lazım.
Şimdi gelelim nereleri gezdiğimize ve neler gördüğümüze:
Budapeşte:
Buraya gelmeden önce kalacağımız otelle yazışıp havaalanından en kolay nasıl otele geleceğimizi sormuş ve aldığım ceavpta da otobüsle belli bir noktaya oradan da metroyla otele çok yakın bir istasyona gelmemizi önermişti ki biz de bunu yaptık ve çok memnun kaldık. Başka şehirlerden tecrübemiz olduğu için havaalanında ilk yaptığımız iş 72 saatlik “Budapest City Card” almak oldu. Bunun çok faydasını gördük ve bunu kullandıkça, karta ödediğimiz parayı fazlasıyla çıkardığımızı gördük. Onun için herkese bu kartı hararetle tavsiye ederim. Tüm toplu taşıma ve müzelerin çoğunda geçiyor ve bir kısım yerlerde ise indirim sağlıyor. Bilet alınca verilen broşürde bunlar detaylı olarak belirtiliyor. Ayrıca kartı satan kadın Noel yaklaştığı ve Budapeşte’de “Christmas Fair” bizim gittiğimiz gün kurulduğu için bize iki tane de burada kullanabileceğimiz ve bedava sıcak şarap içebileceğimiz “voucher” verdi ki bu da bonus oldu.
Budapeşte’de “Hotel President” diye bir yerde kaldık ve beğendik (kaldığımız tüm oteller ve yemek yediğimiz enteresan lokantalarla ilgili yorumlarımı Tripadvisor’da bulabilirsiniz). Otel Şehir merkezine çok yakın ve her yere yürüyerek ulaşabiliyorsunuz.
Buraya gece vardığımız için gezmeye ertesi sabah başladık. İlk yapmak istediğimiz şeylerden birisi operaya gitmek olduğu için sabah erken otelden çıkıp yürüyerek Bupaşte Devlet Opera binasına geldik. O akşam “Faust” operası varmış ve biz de gayet iyi bir yerden bilet alarak Budapeşte’yi gezmeye başladık.
İlk önce Tuna nehri kıyısına gidip meşhur “Chain Bridge” i görüp yürüyerek karşı kıyıya yani “Buda” tarafına geçtik. O gün hava rüzgarlı olduğu için bayağı soğuktu ancak bu bizi durduramadı. Karşı tarafta bir funikuler var ve bu sizi yukarıya kale tarafına çıkarıyor. Buna binmeden önce üşümüş bedenlerimizi ısıtmak için yanındaki caféde sıcak lattelerimiz içip biraz dinlendik.
Burada ilk defa gördüğüm bir yiyecekten bahsetmek istiyorum. Bu da Macarların “Chimney Cake” diye adlandırdıkları hamurdan yapılmış bir tatlı. Macarcasını öğrenemedim. Bacaya benzediği için olsa gerek adını böyle koymuşlar. Bunun benzerini Prag’da da gördük ancak orada bunlar daha küçük adı “Trdlo” ve insanlar içine dondurma koyarak yiyorlar. Pek popüler hemen her yerde insanların elinde bunu yerken görüyorsunuz.
Sonra funikülere binip yukarı çıktık. Budapest Card sayesinde burada da bir iskonto aldık. Yukarıya çıkınca çok güzel bir manzara var ve funikülerden çıkınca hemen sağ tarafınızda ulusal sanat galerisi var. Biz de oraya girelim dedik. Kartımız sayesinde oraya bedava girdik. İyi ki de girmişiz. Muazzam bir galeri ve çok güzel eserler var, gezmemiz bayağı bir zamanımızı aldı ve o sırada öğlen olduğu ve acıktığımız için ne yapalım derken ilerde bir lokanta gördük ve oraya girdik.
Ulusal sanat galerisinin kubbesi..
Dediğim gibi hava soğuk olduğu için birer meşhur “Gulaş Çorbası” içelim dedik. İçmez olaydık. Berbat bir çorba geldi. Tavsiyem bu çorbayı her yerde içmemeniz. Ne çıkacağı belli olmuyor. Başka bir yerde içtiğimizde ise harikaydı.
“Buda” tarafından meşhur “Chain Bridge” in görüntüsü
Neyse bir şeyler atıştırdıktan sonra kartın sunduğu bedava “Buda” yaya gezisine katılalım diyerek meydana doğru gittik. Bu olay şu: Budapest Card’ı alınca bu fiyata hem “Buda” hem “Pest” tarafında iki saatlik rehber eşliğinde bir şehir tanıma turu var. Sabah saat 10 da ve öğleden sonra saat 14 de. Yeri belli, gidiyorsunuz orada bir rehber var, kartınızı gösteriyorsunuz ve saati geldiğinde peşine takılıp iki saat geziyorsunuz. Bizim katıldığımız turda rehber genç bir üniversite öğrencisiydi. Çok sempatik olan bu kızcağız İngilizceyi vurgulayarak konuşuyordu ve çok hoştu. Meslea “roof” kelimesini “rrruuff” diye söylüyordu. Ama işinin hakkını veriyor ve elinden geldiğince herşeyi detaylı anlatıyordu. Biz yorgun olduğumuz için bu turun ilk bir saatlik bölümüne katılıp sonra ayrıldık. Katıldığımız bölümde funikülerin sol tarafında bulunan bir binanın Macar Cumhurbaşkanlığı binası olduğunu söyledi. Allah Allah!, küçücük bir bina niye saray falan yapmamışlar? Önünde de toma, binlerce polis falan yok. Bir kaç tane polis ve seremoniyle nöbet değiştiren muhafızlar var. Bu Macar’lar fakir mi ne? Neyse, tekrar meydana gelip akşam operaya enerji toplamak için funikülerle aşağı inip yine yürüyerek otele döndük.
Macar Cumhurbaşkanı’nın ofisi gördüğünüz gibi küçücük bir bina…..
Budapeşte opera binası çok görkemli bir yapı. Çok güzel süslemeli duvarlar vs. var ve Faust operası da çok güzeldi. Opera İtalyanca ancak tepede bir ekrandan hem İngilizce hem de Macarca alt yazı ile söylenenleri okuyabiliyorsunuz. Bu sayede konudan kopmadan izleyebildik. Ayrıca çok güzel sahnelemişler ve şimdiki zaman uyarlamışlar. Mesela şeytan Mefisto cep telefonuyla selfie falan çekiyordu .
Budapeşte opera binasının içi..
Operadan sonra geç bir akşam yemeği için oralarda bir İtalyan lokantası bulduk ve harika bir şarap eşliğinde pizzamızı yiyerek otelimize döndük.
Budapeşte’deki ikinci günümüzde de bu sefer Peşte tarafındaki bedava “walking tour”a katılalım dedik ancak geç kaldığımız için grubu bulamadık ve biz de kendimiz gezmeye başladık. Peştenin ortasında kuzey güney yönünde uzun bir “Vaci Street” var. Biz de onu takiben güneye doğru devam ettik ve Budapeşte’nin meşhur Grand Market’ine geldik. Burası kapalı bir Pazar yeri. Her türlü manav, şarküteri, kasap falan var. ayrıca üst katında da hediyelik eşya satan dükkanlarla Macar fast food’çular var.
Grand Market’in dıştan ve içten görüntüsü….
Oradan çıkınca bir “hop on – hop off” otobüsüne bilet aldık. Gördüğüm kadarıyla Budapeşte’de bu hizmeti veren 2 şirket var. Biz önümüze çıkan ilkinden bilet aldık. Budapest card sayesinde bundan da iskontomuzu aldık. Fiyatın içinde bir de Tuna üzerinde 1.5 saatlik bir vapur gezisi var. Otobüse bindik bizi daha önce görmediğimiz yerlere götürdü ve şehrin doğu kısmındaki “Kahramanlar Meydanı”na gelip orada bir 20 dakika mola verdi. Bu sayede orayı da görmüş olduk. Sonra tekrar otobüse binip, şehir merkezine geldik ve bize tavsiye edilen “Café Gerbaud” ya girip öğle yemeğimizi yedik. Bu cafénin önündeki meydanda da (Vorosmarty Square) meşhur “Christmas Fair” kurulmuş. Öğle yemeğimizden sonra da nehir kenarına gidip bilet fiyatına dahil olan tekne gezisine katıldık. Bu gezinin iyi tarafı iki tane bedava içki vermeleri ki biz de şampanya istedik. Ayrıca başka yerlerde olduğu gibi hoparlörden kuru bir sesle birisi sağdaki ve soldaki binaları anlatıp kafanı şişirmiyor. Onun yerine çok güzel bir müzik çalışyor. Dolayısıyla bu geziden çok memnun kaldık.
Bu manzara hoşuma gitti, çünkü bir karede Macaristan’ın üç ayrı dönemine ait yapıyı yan yana görüyorsunuz. Komünizm öncesi, komünizm ve komünizm sonrası….
Tekneden inince hemen karşısındaki “Four Seasons” otelinde akşamüstü çay ve pastamızı yedikten sonra tekrar otele döndük. Akşam da nerede yemek yiyelim diye ararştırırken gözümüze güzel gelen bir lokanta gördük. Adı “Deak St. Kitchen”. Meğerse burası Ritz Carlton’un lokantasıymış J. Yeni açılmış şık bir mekandı. Neyse hesap makul geldi ve biz de oralarda biraz daha dolanıp otelimize geri döndük.
Üçüncü günümüzde ise sabah önce St. Stephen’s basilikasına oradan da parlamento binasının yakınında ve Tuna nehrinin kenarında Yahudiler için yapılmış olan bir anıtı gittik. Anıt dediysem de Tunanın kenarındaki duvar üzerine serpiştirilmiş bir yığın ayakkabılar. Bu ayakkabılar, 2. Dünya savaşında Nazilerin burada Yahudileri kurşuna dizip nehre attıkları insanları sembolize ediyor. Çok etkileyici. Oradan ayrılıp hemen yanındaki parlamento binasına gittik. Bu binayı rehber eşliğinde 45 dakikalık bir turla gezebiliyorsun. Çok muhteşem bir bina. İç süslemeleri harika. Kesinlikle gezilmesi tavsiye edilir.
Tuna kıyısındaki Yahudi anıtı ve parlamento binasının altın kaplamalı merdivenleri…
Parlamento binasının önünde bulunan ve 1956 Macar ayaklanmasının anıldığı galeri. Demir duvarlardaki kurşun deliklerine dikkat….
Buradan çıkınca tekrar şehir merkezine gelip yine “hop on – hop off” otobüsümüze binip opera binasının yakınında olduğunu öğrendiğimiz iki tane fotoğraf sergisini gezelim dedik. Ancak o tarafa gittiğimizde bir tanesine baktık ve bir şeye benzemiyordu onun için öbüründen de vazgeçtik ve bunların yerime Herend mağazasını gezdik. Herend meşhur porselen markası, mağazası da bir müze gibi zaten.
Oradan çıkıp tekrar “Christmas Fair” alanına gelip orada voucher’larımızı kullanıp sıcak şarabımızı içtik hediyelik alışverişimizi yaptık. Bu şarapla beraber birer de “mug” veriyorlar ve onlar da bize hatıra kaldı.
“Christmas Fair”in gündüz ve gece görüntüsü
Akşam yemeğini ne yapalım diye düşünürken Tripadvisor’dan “ASZU” diye bir lokanta bulduk. Yorumlar gayet iyidi. Otele de yakın ve oraya gittik. İyi ki gitmişiz. Harika bir yer, yemekler harika, servis harika, canlı müzik var ve kesinlikle Michelin yıldızı hak eden bir lokanta. Hararetle tavsiye edilir.
Ertesi sabah da bavullarımızı toplayıp tren istasyonuna hareket ettik. Geçirdiğimiz üç güzel günün aksine bu sabah Budapeşte’de hava soğumuş ve kar yağıyordu. Sezonun ilk karını böylece burada görmüş olduk.
Bratislava:
2.5 saatlik bir tren yolculuğundan sonra Bratislava’ya vardık. O gün hava yağmurluydu ve otelin gönderdiği taksi bizi istasyon dışında bekliyordu. İstasyon otelimize 5 dakika mesafede, eski şehrin tam sınırında yer alan Hotel Arcadia. Booking.com dan bulmuştum. Bu otel bu seyahatte kaldığımız en iyi oteldi. Odaları çok geniş ve her tülü konfor var, çok memnun kaldık.
Dediğim gibi o gün yağmurlu olduğu için şemsiyelerimizi alıp eski Bratislava yani turistik olan kısmı gezmeye başladık ve gördük ki bir arkadaşımın dediği gibi 1 saat içinde gezilip görülecek bir yer. Allah’tan onu dinleyip burada iki gece yerine bir gece kalmaya karar vermişiz. Bütün bir gün Bratislava’da ne yapılır bilmiyorum. Eski şehirden başka bir de kaleler var hadi orayı da bir saatte gezdin sonra ne olacak?
Eski şehrin sokaklarını arşınlarken çok enteresan bir café gördük. Adı “Historiche Konditorei Cukroren”. Burası müze gibi bir yer ve çok enteresan.
Müze gibi café
Öğle yemeğimizi Bratislava’da bir Meksika! Lokantasında yedikten sonra bu caféye girdik. Ve bizi yola bakan camın yanındaki bir masaya oturttular. Burada çay ve pasta yedik ki pastası buranın özelliği imiş ve çok lezzetliydi. Burada oturmanın tek mahzurlu (demeyim de biraz sıkıntılı) tarafı, bu café çok entersan olduğu için sokaktan geçen herkes durup içeriye bakıyor ve kendini görücüye çıkmış vitrinde oturan insanlar gibi hissediyorsun. Bununla bir problemin yoksa mesele de yok demektir :).
Otele gelip dinlendikten sonra akşam nerede yemek yiyelim diye aranırken daha önce önünden geçtiğimiz Kogo diye bir İtalyan lokantasına gitmeye karar verdik. Gitmez olaydık! Güzel ! Yorumlarımı Tripadvisor’dan okuyabilirsiniz.
Ertesi sabah gene bir taksiyle Prag trenine binmek için istasyona geldik. Sokaklarda in cin top oynuyordu ama istasyon ana baba günüydü. Sebebi de 17 Kasım komünizmin yıkılış yıl dönümü ve ulusal tatil. Sadece Slovakya’da değil Çek Cumhuriyetinde de. Günlerden Perşembe olduğu için herkes Cuma gününü de izin alıp dört günlük tatile çıkıyor. Bu nedenle istasyon kalabalık. Tren de öyleydi ve restoran vagonunda yer bulmak imkansızdı. Neyse biz hazırlıklıydık da aç kalmadık.
Prag:
Prag’a öğleden sonra 14:30 civarında vardık. İstasyonda otelin gönderdiği taksici bizi buldu ve otele getirdi. Kaldığımız otel Best Western Meteor Plaza diye bir yer. İyi bir otel, odalar temiz ve büyüklükleri de makul. Ama en önemli özelliği yeri. Her yere yürüyerek ulaşabileceğin bir yerde, bu bakımdan çok memnun kaldık.
Odaya yerleşip dışarı çıktık. İki adım yürüyünce vardığımız meydanda gördüğümüz manzara şuydu: tüm Prag halkı sokakta. Sebebi de daha önce yazdığım gibi o günün tatil olması. Meydanlarda insanlar ellerinde bayraklar flamalar, kurulan kürsülerde konuşmacılar, kurulan sahnelerde konser verenler, vs.
17 Kasım gösterilerinden bir an…
Bu Prag’ın kocaman bir ana caddesi var ve otelimiz hemen onun yanında. Biz de bu caddede aşağı doğru yürümeye başladık – ki Fehime bu caddeye “Bağdat Caddesi” ismini verdi ve aramızda öyle kaldı . Bu cadde ana baba günü, epey bir yürüdükten sonra bir resmi geçite rastladık. Bu geçitte insanlar çeşitli kılıklara girmişler, komünizmi ve Rusya’yı telin ediyorlar. Sonradan öğrendiğime göre 17 kasım ayrıca Çek tarihinde başka bir önemli günmüş. İkinci dünya savaşında Almanlar işgal edince, üniversite talebeleri ve hocaları Prag sokaklarına dökülmüşler ve Almanlar da ateş açarak pek çoğunu öldürmüşler. O bakımdan bu günü de anıyorlarmış.
Resmi geçitten bir manzara….
Biraz daha dolaştıktan sonra akşam yemeği için otelin bize tavsiye ettiği yolun karşısındaki Çek yemekleri yapan bir lokantaya gittik (adı Celnice). Hakikaten çok güzel bir yer, yemekleri çok güzel ve fiyatları da çok makul. Yemekten sonra ise önceden bilet aldığımız belediye binasındaki konser salonunda verilen 1 saatlik oda müziği konserine gittik. Bu konser de çok güzel ve kaliteliydi.
Konserden sonra bu sefer nehire doğru yürüdük ve eski şehrin meydanına geldik. Buranın gece manzarası da bir başka. Tüm binalar aydınlatılmış, meydan cıvıl cıvıl. Burayı da gezip otele döndük ve ertesi güne hazırlandık.
Ertesi sabah, daha önce otelden satın almış olduğumuz rehberli bir şehir gezisine katıldık. Bu 3.5 saat süren, otobüs, yaya ve nehirde gemi turunu kapsayan bir gezi. Önce otobüsle şehri gezdiriyorlar, sonra bir saat kadar kaleyi, geziyorsun sonra Vlata nehir gezisi ve sonra da yaya olarak şehrin bir bölümü. Otobüs bizi tam saatinde aldı, katılanlar İtalyanlar, İsveçliler, Hintliler, İskoçlar ve bir de bizdik. Rehber hem İtalyanca hem İngilizce anlatım yapıyordu. Albert isimli bu rehber bayağı iyi bir “sense of humor” u olan bir adamdı. Onun için çok iyi vakit geçirdik. Tur en son sizi şehir meydanında bırakıyor.
Prag’daki meşhur astronomik saat, Prag’ın kaleden görüntüsü ve kale tarafındaki hoş sokaklardan bir tanesi
Nehir gezisinde dikkatimizi çeken iki şey oldu. Bunlardan bir tanesi nehrin kuzey yakasındaki kocaman bir metronom. Eskiden komünizm zamanında bu metronomun yerinde Avrupa’nın en büyük Stalin heykeli varmış. 1989 dan sonra bunu yıkıp yerine bu metronomu yapmışlar. Diğer ilgi çekici şeyse, Vlata nehrinin vaktiyle ne kadar yüksek olduğunu gösteren izlerin bazı binaların cephelerinde halen duruyor olması.
Metronom
Vlata nehrinin zamanında ne kadar yükseldiğini apartmanların cephesindeki gri ize bakarak anlamak mümkün…
Biz de ondan sonra öğle yemeğimizi yiyip meşhur Charles Köprüsü’ne çıktık. Burası bir yaya bölgesi ve çeşitli sanatçıların mesleklerini icra ettikleri bir mekan. Çok kalabalıktı ve çok eğlendik. Köprünün öbür tarafına kalenin eteklerindeki bölgeye gelip orayı da gezip akşamüstü kahvemizi içtikten sonra tekrar otele döndük.
Charles Köprüsü’nün üstündeki “Bridge Band” caz grubu ve akşam köprüden Prag..
Charles Köprüsü’nden Prag akşamüstü manzarası…
Akşam yemeğimiz için yol üstünde bir gece önce gördüğümüz fakat ismi olmayan bir lokantaya gittik ki bu gün ismi yazılmıştı “Cerna Madona”. Meğerse açılalı iki gün olmuş. Tabiyatıyla her şey pırıl pırıl, servis mükemmel yemekler de öyle. Bu lokantada bizden başka üç masa daha doluydu ve bu masalarda çok enteresan tipler oturuyordu. Bunların hal ve davranışlarını sizin hayal gücünüze bırakıyorum J.
Yemekten sonra da Prag’da bir kaç yerde sahnelenen “Black Light Show”lardan birisi olan “WOW Black Light Show”a gittik. Çok hoşumuza giden ve çok güzel vakit geçirmemizi sağlayan bu show’u herkese tavsiye ederiz. Buradan da çıkınca eski şehrin meydanındaki kuleye çıktık ve Prag’ın gece manzarasını seyrettik. Bu kuleye önce asansörle yarısına kadar çıkıyorsun, sonra da döne döne bir rampayı tırmanarak ve en sonunda da helezon bir merdivenle en tepeye ulaşıyorsun. Ama çıktığımıza değdi zira manzara harikaydı. Tavsiye edilir.
Saat kulesine çıkan rampa ve saat kulesinden eski şehrin meydanına bir bakış…
Ertesi gün hava yağmurlu olduğu için ne yapalım diye düşünürken müzeleri gezmeye karar verdik. Önce eski şehir meydanında gördüğümüz, Dali ve Warhol sergilerini gezelim dedik ama girişte broşürü vs inceleyince pek fazla bir şey olmadığını anladık ve vereceğimiz paraya değmeyeceği için vazgeçtik. Onun yakınında National Art Gallery var ve oraya gittik. Bilet satan kadın bize dediki bir tek buraya bilet alacağınıza size kombine bilet vereyim 7 müzeyi çok daha ucuza gezin dedi. Biz de aslında yapmamamız gerekeni yapıp bu kombine bileti aldık. Yapmamamız gereken diyorum çünkü bu yedi müze Prag’ın yedi ayrı köşesinde ve gezmek için en az iki gün gerekir ki bizim son günümüzdü. Neyse almış olduk. Netice olarak bunlardan sadece iki tanesini gezdik. Birincisi Rousseau sergisiydi ki güzeldi ve yan binada da bir fotoğraf sergisi vardı ve o da bayağı hoşumuza gitti. İkinci müze ise buraya yakın olan bir kilisedeki “Medieval Art” sergisiydi ki beş para etmez bir şeydi. Neyse olan olmuştu ne yapalım?
Öğlen yemeğimizi de meydana yakın ve müşterilerini genellikle öğrenciler ve gençlerin oluşturduğu bir yerde yedik. Oradan çıkınca da tekrar eski şehir meydanına gelip bu sefer kulenin yanındaki eski belediye binasını rehber eşliğinde gezdik. Bu tur yaklaşık 45 dakika sürüyor ve entersan. Burasının entersanlığı, ikinci dünya harbinin son gününde Çek dişenişçilerine karşı Almanların burayı bombalayıp yakmaış olması. Bazı bölümleri tamamen yanmış bazı bölümleri ise kurtulmuş.
Bu eski belediye binasının diğer bir özelliği de çok eski bir “Astronomik Saat”e ev sahipliği yapması. Bu saat her saat başı çalıyor ve üstündeki pencereler açılıp bir takım heykeller dışarı bakıp sonra içeri giriyor. Bu saatin iki tarafında ise iki tane entersan heykelcik bulunuyor. Bunlardan bir tanesi iskelet şeklinde olan ölümü temsil ediyor ve saat başında elindeki çanı çalıp öbür köşedeki adamı ölüme çağırıyor, öbürü ise henüz vakit dolmadığını belirtircesine kafasını “hayır” şeklinde sallıyor. Her saat başı bunun önü kalabalıkla dolup taşıyor ve herkes merakla bunların hareket geçmesini bekliyor.
Meşhur astronomik saat…
Akşam yemeğini ise meşhur Louvre Café’de yedik. Burası tarihi bir yer ve Einstein, Kafka gibi isimlerin burada yemek yedikleri söyleniyor. Bunun hemen altında ise Prag’ın pek çok caz klüplerinden ve en iyilerinden biri olduğu söylenen “Redutta Jazz Club” var. Internette bunu ararştırıken Best Western müşterilerine özel iskonto uyguladıklarını grömüştüm. Resepsiyona bunun ne olduğunu sormasını sitediğimde birer “hoşgeldin içkisi” ikram ettiklerini söylediler. Biz de otel vasıtasıyla 21:30 şovuna rezervasyon yaptırdık.
Yemekten sonra da buraya gittik. İyi ki rezervasyon yaptırmışız. Bu sayede bize çok güzel bir yer ayırmışlar ve içerisi tam dolu olduğu için öyle kafadan gitseydik ya yer bulamaz ya da arkalarda dandik bir yer bulurduk.
Bizim gittiğimiz akşam “JJ Jazzman” diye bir grup vardı. 2.5 saat harika jazz yaptılar. Bu grubun yaş ortalaması yüksek olduğu için çok tecrübeliler ve çok güzel çalıyorlar. İyi ki gitmişiz. Harika bir akşam geçirdik
(Link’e tıklarsanız, klip bilgisayarınıza inecek ve konserden kısa bir bölümü izleyebileceksiniz…)
Ertesi günse gene bavullarımızı toplayıp istasyona geldik ve trene binip 6.5 saat yolculuktan sonra son gecemizi geçireceğimiz Budapeşte’ye geldik. Ertesi günde İstanbul!
Bu arada niye Prag’da city card almadınız diye sorduğunuz duyar gibiyim. Prag’da Budapeşte’den daha az süre kalacağımız ve her yere yürüyerek gidebileceğimiz için buna ihtiyaç hissetmedik. Belki burada 3 – 4 gün kalsaydık alırdık sanırım.
Prag’da gördüğümüz ve eğlenceli olduğunu tahmin ettiğimiz bir şey de, sokakta gezen barlar! Bu şöyle bir şey: ortada bir bar düşünün, yanlarında bar tabureleri ancak bütün bunlar dört tekerlekli bir şasinin üstüne oturtulmuş, oturanların ayaklarında pedallar var ve bunları çevirdiğinde bu tekerlekli bar hareket ediyor. Öndeki birisi de direksiyonu idare ediyor. İşin ilginç tarafı oturanlar öne değil de yanlara birbirlerine bakıyorlar. Ancak sokaklarda bu araçlar üstünde insanlar ellerinde bira bardakları bağıra çağıra, şarkı söyleyerek geziyorlar. Pek eğlenceli .
Tekerlekli bar…
Prag’da şahit olduğumuz diğer bir şey de klasik görünümlü üstü açık arabalar. Bunlara “klasik görünümlü” dememin sebebi yakından incelendiğimde bunların hakikaten klasik değil ancak yeni yapılmış olduklarını anladığım için. Ancak oldukça popüler ve bayağı kullanan var. Yarım saat veya bir saat kiralıyorsun şoför seni gezdiriyor.
Bu seyahatten neler aldık?
Herşeyden önce şunu söylemek isterim: Orta Avrupa ülkeleri tarihi yapılarını korumuşlar, geleneklerini devam ettiriyorlar, gezip görecek çok şey var. Gezdiğimiz şehirlerden en güzeli bence Prag. Viyana da güzel ama bence Prag Viyana’dan da güzel. Budapeşte bu üçü içinde üçüncülüğe oturur sanırım ama yine de güzel bir yer.
Bu seyahtimizde her gün ortalam 12 km. yürüdük. Onun için böyle bir seyahate çıkacakların eğer bir şeyler görmek istiyorlarsa buna hazırlıklı olmaları gerekir.
Bu üç ülkeden Euro’ya geçen tek yer Slovakya. Macaristan ve Çekya, hem kendi paralarını hem de Euro’yu kullanıyorlar. Hesap pusulalarında ikisi birden gözüküyor. Prag’da en tuhafımıza giden şey döviz bürolarındaki kurlardaki farklılık. Bir tanesi 1 Euro’ya 21 krona verirken diğeri 26 krona veriyor. Onun için para bozdururken bir kaç yere sormakta fayda var.
Bu ülkelerin insanları içinde her yerde olduğu gibi kabası da var kibarı da. Ancak bunlarda biraz Alman disiplininden esintiler görüyorsunuz. Bazen aptalca şeylere “nein!” dediklerini görüyorsunuz. Bunların haricinde sokaklar temiz, emniyetli gece yarısı tek başına kadınlar rahatlıkla yürüyor, etrafta sizi sahatsız eden yok.
Ayrıca bu şehirlerin eskiye verdikleri değer. Eski binaları renove edip olduğu gibi kullanıyorlar. Yeni binaları yok mu? Var, ancak onları eskiyle harmanlamasını bilmişler.
Fiyatlara gelince her yerde olduğu gibi kazıklanabiliyorsunuz da çok ucuza çok güzel yemekler de yiyebiliyorsunuz. Mesela Yunan adalarında olduğu gibi her yer ucuz değil.
Netice olarak uzun zamandan beri yapmak istediğimiz bir geziyi çok iyi bir zamanda çok iyi şartlarda yaptık ve memnun olarak döndük.