KOS ADASI

Ekim 2018

Evet uzun bir aradan sonra tekrar bir Yunan adasındayız. Bodrum’un burnunun dibinde olup da bunca senedir gidemediğimiz Kos adasına nihayet gelebildik (aslında Leros’a gidip gelirken bir iki saat geçirmişliğimiz var ama onu saymıyoruz). Bu sene tatilciler gittikten ve ortalık sakinleştikten sonra güzel bir sonbahar günü buraya gelelim ve adayı gezelim dedik.

Buraya gelmeden önce sevgili karım tabii ki epey bir araştıma yaptı ve beni de bilgilendirdi. Dolayısıyla ne ile karşılaşacağımızı hemen hemen biliyorduk. Internette ve TV’de seyrettiğimiz programlar o kadar doyurucu olmuyor hele TV’deki programlar maalesef fazla reklama dönük. Internette seyahat blogları olanlar da gezilecek görülecek yerleri sırayla yazıyorlar ama bunlar da bir fikir vermekten öteye gitmediği için bunları sadece bilgi olarak aklımda tutuyorum. Evet gidilecek önemli yerler var ama biz seyahat ederken biraz doğaçlama yapmayı ve sürprizlerle karşılaşmayı seviyoruz. Başkalarının fikirlerinin bizi etkilemesine pek müsaade etmiyoruz.

Bu nedenle Kos’a gelirken bir gece kalıp kalmayacağımızdan emin olmadığımız için otel rezervasyonu yapmadık ve olayların gelişine göre karar veririz diye düşündük. Ancak oraya varıp biraz gezindikten sonra bir gece kalmaya karar verdik.

Öncelikle Kos’a gidişten biraz bahsedeyim. Bu sefer Leros’a giderken olduğu gibi Turgutreis’den değil de Bodrum’dan gidelim dedik. Öğrendik ki yolcu limanından sabah 08:30’da, şehir içindeki mendirekten de sabah 09:30’da sefer varmış. Birincisi biraz erken olacağı için biz ikincisini tercih ettik ve yaz mevsimi olmadığı için saat 9’a doğru limana gidip biletimizi aldık ve rahat rahat gemiye bindik. Burada bir şeyi belirtmeliyim. Her ne kadar internet sitelerinde seyahat süresi 45 dakika yazıyorsa da bizim gemi biraz yavaştı ve gidişte de gelişte de bir saatte anca varabildi. Sabah seyahatin sürpirizi ise devamlı konuşan bir Rus kadınıydı. Biz gemide üst güverteye çıktığımızda benim neredeyse iki mislim olan katana gibi bir Rus kadını önünde iki genç adamla ayakta sıraların tam ortasında sohbet ediyordu. Daha doğrusu kendisi konuşuyor adamlar da dinliyordu. Bu kadın makinalı tüfek gibi devamlı konuşuyor, zavallı adamlar da ses çıkarmadan dinliyorlardı. Bunların yanındaki sırada oturan bir Türk kadın nihayet dayanamayıp onlara gidip daha uzakta konuşmalarını söyleyince üçü güvertenin uzak bir köşesine gittiler ama kadın gene konuşmya devam etti. Bu kadın Kos’a varıncaya kadar hatta gemiden inerken, pasaport kuyruğunda, sonrada sokakta hala konuşuyordu. Allah bunun yanındakilerin yardımcısı olsun!!

Neyse sağ salim Kos’a vardık ve turistleri oynayarak gezmeye başladık. Kos şehrinin işte bilinen yerlerini aylak aylak dolaşarak hem etrafı inceliyor hem de vakit geçiriyorduk. Bu arada Kos’da bir gece geçirmeye karar verdik ve şehrin içinde merkeze yakın bir otel olan Maritina Otel’de bir gecelik yer ayırttık. Bu otel ucuz ve sade. Fazla bir şey beklemeyin bir gece kalıp gidilecek bir yer. Temiz, kahvaltısı var, odalar fena değil. Detaylı yorumumu Tripadvisor’da okuyabilirsiniz. Önceleri Kos’un dışında küçük köylerden birinde güzel bir pansiyonda kalmayı düşünüyorduk ama yol sorduğumuz hediyelik eşya satan dükkanın sahibi Türk çıktı ve bize çok güzel tavsiyelerde bulundu ve köylerde öyle pansiyon falan bulamayacağımızı söyledi. Bu nedenle Kos şehir içinde kalmaya karar verdik. Dükkan sahibi arkadaşa işlerin nasıl olduğunu sorduğumda kriz başlayınca Türklerin birden bire kesildiğini ve Türkiye’den kimsenin gelmediğini fakat son onbeş günde yine Türklerin gelmeye başladığını söyledi. İnsanımız krize alışmaya başladı anlaşılan – biz de dahil….

Kos’ta bence en meşhur yer Hipokrat ağacı. Tabiyatıyla orayı görmeden olmaz onun için çarşıda biraz dolaştıktan sonra onu görmeye gittik. Bu ağacın yanında Hasan Paşa cami var. Geçen sene Bodrum’da da oldukça şiddetli hissettiğimiz deprem burada daha şiddetli hissedilmiş. Bu depremde hem bu Hasan Paşa Cami hem de meydandaki St. Paraskevi kilisesi bayağı hasarlanmış. Caminin yanındaki çeşme tamamen çökmüş. Hipokrat ağacı kocaman bir ağaç, o kadar enteresan değil ama bir kere görülür. Burasının yanında da kocaman bir ören yeri olan eski Agora var. M.Ö. bilmem kaçıncı yüzyıldan kalma harabelerden bizde de çok olduğu için buraya fazla ilgi göstermedik. Ancak meydandaki Defterdar Cami’nin yanından Agora’ya paralel giden yolda pek çok restoran ve birkaç tane de gece klübü var. Sanırım yaz geceleri bu sokak çok hareketli oluyordur.

Hasan Paşa Camii’nin yıkılan çeşmesi…     

 

Hipokrat ağacı ve önündeki çeşme…

Ağacın yanındaki kafede oturup bir kahve içtikten sonra yukarıda bahsettiğim gibi gidip otelimizi aytırtıp araba kiralama işine giriştik. Gene meydana yakın bir seyahat şirketinden günlüğü € 25’e küçük bir araba kiraladık. Kiralayan genç çok yardımsever ve nazikti. Yeri gelmişken ben bu adadaki kadar başka hiçbir yerde bu kadar çok araba kiralama şirketi görmedim. Bunlar sadece araba değil, bisiklet, motosiklet, beach buggy, quad,vs. aklınıza ne gelirse kiralıyorlar. Gezdiğimiz ne kadar köy, kasaba varsa hepsinde en az iki tane böyle şirket vardı. Kos düz olduğu için çok bisikletli gördük. Yazın turist bol olunca bunların hepsinin iyi iş yaptığına eminim. Gene de epey beach buggy kiralamış insanla karşılaştık.

Bu arada bu mevsimde bayağı turist vardı ve çoğunluğu Almanlardı. Sanırım sonra Türkler ve Ruslar geliyor.

Evet arabayı alıp adanın güneybatı ucuna doğru yola koyulduk. Haritaya bakarsanız Kos’un kuzeydoğu – güneybatı doğrultusunda ince uzun bir ada olduğunu görürsünüz. En güneybatı ucunda da büyükçe bir kasaba olan Kefalos var. Hedefimiz oraya gitmek.

Yolda deniz kıyısı olan Tigaki ve Marmari’ye uğradık. Buraları yazlık sayfiye yerleri. Uzun kumsalları var ve hala bir takım turistler güneşlenip denize giriyorlardı. Yazın buraları düşünemiyorum….

Tigaki Plajı

Yaklaşık yarım saat sonra Kefalos’a vardık. Kefalos dağın tepesinde ama sahili de var ve otel ve plajlarla dolu. Biz tepeye çıkıp arabayı park edip ara sokaklarda dolaşmaya başladık.

Daha önceki Yunanistan gezilerimde de paylaştığım gibi bu ülke aslında fakir. Sokaklardaki evler, binaların şekilsizliği falan bayağı mütevazi bir hayata işaret ediyor. Tek şansları nüfuslarının az olması ve AB’den gelen yardımlar. Bu koca adanın nüfusu 35 bin kadar – 2 bin kadar da Türk var – her yer boş, köyler küçük. Leros’da da bize söylendiği gibi kışın burası da hayalet ada oluyor. Aslında fakirler ama keyiflerinden de ödün vermiyorlar. Öğlen ikiden sonra Kos şehrinde sokaklarda kimseler kalmıyor, herkes evlerine çekiliyor, dükkanların çoğu kapanıyor. Saat 4e kadar in cin top oynuyor sadece turistler ortada dolaşıyor. Bunu bilmeyen ve günübirlik gelen bazı turistler aldıkları eşyaları dükkana bırakıp gemi saati gelmeden bıraktıkları eşyaları almaya döndüklerinde büyük bir şaşkınlıkla dükkanın kapalı olduğunu görüp alamadan döndükleri oluyormuş 😊.

Neyse gelelim Kefalos’a. Sokaklarda gezerken bir tepenin üstüne kurulmuş olan ve restore edilip etrafına lokanta ve otantik ev, vs. yapılmış olan Mylotopi’ye geldik. Sanırım burası Kefalos’un en meşhur yeri. Tepeden limana ve Ege Denizi’ne bakan bir yerde. Oldukça güzel bir tesis. İçinde dolaşmaya başladık ve değirmeni görelim derken bizi bir adam durdurdu ve değirmeni, otantik evi ve eski fırını gezmek istiyorsak adam başı €5 bilet parası vermemiz gerektiğini söyledi. İşte soygunculuk da böyle oluyor. Neyse fazla uzatmayıp verdik parayı ve değirmene girdik. Şimdi dışarda rüzgar kuvvetli ve değirmenin yelkenleri şişmiş ve fırıl fırıl dönüyor. Ben de helal olsun çok iyi restore etmişler çok güzel çalışıyor diye içimden takdir ettim. Ancak kazın ayağı öyle değil. Değirmeni restore etmişler ama içine de bir elektrik motörü ve redüktör koymuşlar o mekanizma değirmeni çeviriyormuş meğer!!!. Yine de çalışan eski bir değirmeni görmek enteresan. Eski insanlar hangi şartlarda un yapıyorlarmış görmek de güzel oldu. Oradan çıkıp eski evi ve fırını gezdik ve restoran kısmında oturup çay kahve içip bir şeyler atıştıralım dedik. Burada bir cheesecake yedik ki şimdiye kadar yediklerimiz içinde belki en güzellerinden bir tanesiydi, tavsiye ederiz.

Mylotopi

Mylotopi’nin değirmeni

Değirmenin içindeki elektrik motörü 😊

Kefalos’u gezdikten sonra biraz etrafı gezelim deyip arabayla haritada Kefalos’un kuzeyinde, deniz kenarında olan Limnionas’a gitmeye karar verdik. Kefalos tepede olduğu için kıvrımlı bir yoldan deniz kenarına indik. Biz bir köy beklerken burası bir restoran, plaj ve balıkçu barınağı olan ufacık bir yer bulduk. Enteresan bir doğası var ve deniz kendine küçük bir koy yapmış. Burası karayel rüzgarına açık fakat kayalar bu koyu koruyor bu yüzden bu küçük koy ve mendirek dalgalardan korunuyor ve tabii bir plaj olmuş.

Limnionas

Limnionas

Limnionas’a giderken tepede küçük bir kilise gördük. Burada bu kiliselerden biraz bahsetmek istiyorum. Hemen hemen hepsi beyaz ve mavi boyalı. Bazıları sarı boyalı – Kefalos’taki gibi. Ancak bu mavi beyaz o kadar güzel duruyor ki. Anlaşılan devlet bu kiliselere bayağı yardım yapıyor.

Mavi beyaz boyalı bir kilise…

Burada daha fazla kalmayıp deri dönelim ve Kefalos’a gelirken yolda gördüğümüz ve haritada da gözterilen meşhur birkaç plajı görelim dedik. Şimdi Kos – Kefalos yolu buralarda tepelerden geçiyor ve deniz kıyısına dik yokuşlardan iniyorsunuz. Önce “Camel Beach” e inelim dedik ama yolunu pek gözümüz tutmadığı için bir sonraki plaj olan “Paradise Beach”e gitmeyi tercih ettik. Bunun yolu iyi ve düzgün. Burası hakikaten çok güzel bir plaj. Bu taraf güneye baktığı için kuzey rüzgarlarına kapalı ve kuvvetli karayel esmesine rağmen deniz dümdüzdü.  Fotoğraflarımızı çektikten sonra tekrar yola koyulduk.

Yolda gelirken “Robinson Club” levhasını görmüştük ve oraya gidip bakalım be menem bir yerdir diye o yola saptık. Gittik gittik ve sonunda Robinson Club’ın kapısına geldik. Bekçi bize ziyaretin ertesi gün saat 11:00 den sonra mümkün olduğunu ve içeriye alamayacağını söyleyince biz de tırıs tırıs geri döndük.

Şimdi hedefimiz pek methedilen güneş batışıyla meşhur Zia köyü. Buraya giderken havaalanı kavşağında farkında olmadan güneye Kardamena yoluna sapmışız. Önemi yok daha iyi oldu başka yerler de gördük. Kardamena’da Zia’ya arkadan dağ yollarında giderek verdık. Burası her yerde tarif edildiği gibi turistik lokantaların bol olduğu ve turistik eşyaların satıldığı dağın yamacına kurulmuş tipik bir turist köyü. Adanın tüm kuzey tarafı ve ege denizi ayaklarınızın altında. Ara sokaklardan yürüyerek arka taraftaki kiliseye giden yolun üstündeki kafelerden birine oturup pek methedilen limonatadan içtik. Eh işte bildiğimiz limonata pek fazla bir özelliği yok. Gelelim güneşin batışına. Şimdi aylardan Ekim olduğu için tabiyatıyla güneş güneye kayıyor ve bu yüzden bu mevsimde güneş deniz üstünden batmıyor solunuzdaki yamacın arkasından batıyor. Ama yazın denizden batacağı kesin. Fakat şuna eminim ki bizim Yalıkavak’taki güneş batışı buradakinden daha güzeldir. Biz de saat erken olduğu ve güneş denizden batmayacağı için beklemeden oradan ayrıldık ve Kos’a doğru yola koyulduk.

Zia’nın meydanı

Zia’dan Ege’ye bakış

Otelimize geldik ve biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için bize tavsiye edilen iki restorandan “Barbouni” veya “Nick the Fisherman”a gitmeye karar verdik. Sonbahar olduğu için yer ayırtmaya lüzüm görmedik. Deniz kenarında olan Barbouni bizden bir gün önce kapamış, onun için biz de Nick’de oturduk. Tahmin edebileceğiniz gibi fazla kalabalık değildi ve hava da güzel olduğu için – yine de kıyafet bakımından tedbirli gelmiştik – herkes gibi dışarda oturduk. Burada iki tane Türk garson çalışıyor. Birisi Enver Bey, diğeri de Arzu Hanım. Her ikisi de gayet güler yüzlü ve işlerini cidiyetle yapan insanlar. Servis ve mezeler çok güzel. Şimdi burada yaptığımız bir hatadan bahsetmek isityorum. Biz Türkiye’deki lokantalarda mezelerin bir çorba kaşığı miktarı gelmesine alışık olduğumuz için biraz fazla meze siparişi verdik. Tabii ki burası Yunanistan ve mezeler – diğer seyahatlerimizde olduğu gibi – oldukça bol miktarda geldi ve maalesef hepsini yiyemedik. Bunu gelecek seyahatlerimizde unutmamamız lazım. Fiyatlar gayet normal. TL’ye çevirmeyeceksiniz moraliniz bozulur, Euro olarak gayet makul.

  

Akşam keyfi

Burada Enver beyle biraz sohbet etme imkânım oldu ve Yunanistan’ın ekonomik durumundan konuştuk. Kendisinin söylediğine göre Yunanistan’ı adalar besliyor. Adalardan gelen turist geliri çok büyük. 2008 krizinden sonra bilhassa emeklilerin durumu çok kötüleşmiş. Babası eskiden 2 bin Euro emekli maaşı alırken şimdi 800 Euro’ya düşmüş. “babamın kendi evi olmasa aç kalır” dedi. Bu nedenle adalar halkı bol para harcayan Türk turistleri çok seviyor ama artık o da azalmış. Bakalım ileride ne olacak?

Kos limanında gece…

Ertesi sabah biraz daha Kos şehrini gezelim dedik ve kendimizi “Old Town” denilen kısımda bulduk. Burası da dar sokakları caféleri ve hediyelik eşya satan dükkanları ile oldukça şirin bir yer. Burayı dolaşıp öğle yemeğini yiyebileceğimiz birkaç yer belirledikten sonra adanın görmediğimiz kısmı olan kuzeybatı tarafını gezelim diyerek arabaya binip o taraf doğru gitmeye başladık. Burası Kos’da önünüzü denize verdiğinizde sağ tarafta kalan kısım oluyor. Arabayla yaklaşık yirmi dakika falan gittikten sonra tepeye tırmanan yol bitti ve karşımıza bir yığın arabanın park ettiği ve ortasında bir café/lokanta olan bir yer çıktı. Lokantanın önünde denize doğru inen toprak bir yol var ve baktığınızda dik bir yokuşla aşağı iniyor. Burayı inmek kolay da çıkışı da var diyerek girmekten vazgeçtik ve oturup bir şeyler içelim dedik. Ancak aşağıdan devamlı mayolu birileri gelip aşağıya mayolu birileri iniyor. Tabiyatıyla merakımız galip geldi ve biz de inelim dedik. Meğerse burası “Therma” denilen ve denizle karanın birleştiği yerden sıcak su çıkan bir kaplıca yeriymiş. Aşağıda da bir café var ama o kadar başka hiçbir tesis yok. İnsanlar denizde sıcak suyun içine oturmuşlar bu şifalı olduğu söylene sudan faydalanmaya çalışıyorlar. Buraya gelecek olursanız mayolarınızı ve havlularınız getirin ancak duş için yukarıya yürüyüp ilk cafénin yanındaki iptidai duşu kullanacaksınız.

Therma’ya inen yol

Therma

Therma’da şifalanan insanlar…

Therma’dan başka bir görünüş

Neyse bu da bizim için bir deney oldu ve yokuşu tekrar ağır aksak çıkarak arabamıza binip tekrar şehre döndük. “Old Town” da bellediğimiz bir İtalyan lokantasında öğle yemeğimizi yedikten sonra meydandaki kadınlar kooperatifinin işlettiği ve tüm çalışanların kadın olduğu caféde çok güzel dondurmalarımızı yedikten sonra arabayı teslim edip limana geldik.

“Old Town” da bir enstelasyon

“Old Town”ın meydanı

Böylece bir Yunan adası maceramız daha bitip sağ salim memleket döndük. Darısı daha güzel gezilerin başına….