KANADA YOLLARI…..
Çok sevdiğimiz bir arkadaşımızın kızının düğününü bahane ederek Eylül ayının ikinci yarısı onbeş gün süren bir Kanada gezisi yaptık. Bu geziyi 6 aile birlikte gerçekleştirdik ve Ontario ile Quebec eyaletlerini gezdik. Aşağıda yazdıklarım, bu onbeş gün süresince gezdiğimiz yerler ile ilgili olarak gözlemlediklerim ve hatıralarım olup, internette kolaylıkla bulabileceğiniz demografik, coğrafi ve tarihsel bilgileri katmadım.
Sağ olsun Kanada’da yaşayan ve bilen arkadaşlarımız bize dolu dolu onbeş gün sürecek bir program yaptılar. Oldukça yoğun olan bu program yorucu olmakla birlikte çok değişik yerler görmemizi ve değişik aktivitelerde bulunmamızı sağladı ki bunların çoğunu Türkiye’de yapmanıza imkân yok. Programımız şöyleydi:
Toronto 5 gece
Quebec şehri 2 gece
Les Malbaie 1 gece
Tadoussac 2 gece
Montreal 2 gece
Toronto 1 gece (uçağımız akşam olduğu için Toronto’da bir gün daha fazla gezmemiz mümkün oldu)
Önce Kanada ile ilgili genel düşüncelerimi anlatmak istiyorum. Bizim gibi yüzlerce hatta binlerce yıllık tarihi olan ülkelerin aksine Kanada da bildiğiniz gibi ‘Yeni Dünya’nın bir parçası ve bu nedenle göçmenlerin kurduğu (ancak ikiyüzyıllık bir tarihi var) ve her ne kadar Birleşik Krallık’a bağlı “Commonwealth”in parçası olsa da tamamen bağımsız bir ülke.
Göçmenlerin kurması nedeniyle burada her milletten insan var ve bu insanlar barış içinde bir arada yaşamayı becermişler. Kimse kimsenin ne ırkına, ne dinine , ne de lisanına karışıyor, güzellik de burada. Kürt taksi şoförü veya Lübanlı garson veya Hintli doktor, nereden gelmiş olursa olsun herkes, “Ben Kanadalıyım” diyor. Kimsenin ayrılmaya niyeti yok.
Bizim gezdiğimiz iki eyaletten biri olan Ontario, Amerikan etkisinde ve hakim dil İngilizce, Quebec ise Fransız etkisinde ve hakim dil Fransızca ancak İngilizce de rahatlıkla kullanılıyor. Quebec’de bundan bir süre önce bağımsızlık isteyen (aynı İskoçlar gibi) bir parti çıkmış ancak son seçimlerde bayağı az bir oy almış. Bu da insanların ayrı ayrı yaşamak istemediklerini gösteriyor. Zaten eyaletler kendilerini idare ediyorlar ve bir de federal hükümet var. Ne diye ayrılıp bir yığın dert alsınlar ki.
Genel yaşam kalitesi olarak çok iyi ancak fiyatları Türk Lirasına çevirmeyeceksiniz zira hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. 1 CAD = yaklaşık 2 TL ediyor. Buna göre Starbucks’ta iki kişi bir kahvaltı için (2 kahve + 2 kruasan + ufak meyva kutusu) 45 TL verebilirsiniz. İki kişi bir öğle yemeği ki bir ana yemek, bir salata, 2 kadeh şarap veya 2 bardak bira ve bir tatlıdan oluşabilir, 100 TL edebilir. Ayrıca burada da Amerika’daki gibi bahşişler en az %15 den başlıyor. %10 verdiniz mi size pek iyi gözle bakmıyorlar. Kredi kartınızı verdiğiniz zaman ekranda ne kadar bahşiş vermek istediğinizi soruyor ve ister % ister tutar olarak giriş yapabiliyorsunuz. Bazı kart makinalarında ise bahşişi %15, %20 veya %30 olarak seçebilme imkânınız var. Dikkatinizi çekerim %10 alternatifi mevcut değil. Ayrıca diğer bir sinir bozucu durum da fiyat etiketlerinde (mesela menülerde yazan fiyatlarda) vergiler dahil değil. Dolayısıyla hesap her zaman hesapladığınızdan fazla geliyor. Mesela Ontario’da iki ayrı vergi var ki toplam %15 daha ekleniyor. Bizdeki gibi KDV dahil fiyatlar yazmıyor. Nüfusu 35 milyon civarında ve kişi başı gelirin yaklaşık $ 50,000 olduğu bir ülkede bu fiyat seviyelerini normal karşılamak lazım.
Burada dikkatimi çeken bir şey daha var ki o da Amerika’daki gibi tüm telefon tellerinin yer üstünde ve salkım saçak olması. Bakınca çok iptidai gibi geliyor ama adamlar çok memnunlar. Bunun sebebini de yeraltına almaktan daha ucuza mal olduğu olarak açıklıyorlar.
Kanada’nın coğrafyası hakkında söyleyebileceklerim Ontario ile Quebec’in bir kısmını gördüğümden dolayı sadece buralarla sınırlı. Aşağıda bazı yerleri etraflıca anlatacağım, ancak şu kadarını ifade edeyim ki ben bu kadar çok ormanı ve bu kadar çok irili ufaklı gölü ve bu kadar bol suyu olan bir yer görmedim. Bu ülke katiyetle su ve odun sıkıntısı çekmez.
İnsanların genel davranış biçimlerine gelince, oldukça yakın ve yardımseverler. Herhangi bir kötü davranışla karşılaşmadık. Herkesten gayet yakınlık gördük ve bazı yerlerde Türk olduğumuzu öğrendiklerinde daha fazla ilgi bile gösterdiler.
Kanada’da sağlık harcamaları Amerika’da ve Avrupa’da olduğu gibi çok yüksek. Eğer sağlık sigortanız yoksa haliniz duman. Bunu da birinci elden öğrendik. Şöyle ki: Sevgili Karım biraz rahatsızlandı ve otelin yakınındaki kliniğe gittik ve muayene oldu. Doktor hanım geç bir Hintli idi, ve muayeneden sonra bir ilaç verdi. Eminim o ilaç Türkiye’de 20 – 30 TL dir ancak biz tam 94 CAD ödedik!. Siz siz olun Kanada’ya giderken sağlık sigortası yaptırmayı unutmayın…
Seyahatimiz süresince hava durumuna geline: İlk bir iki gün Toronto’da hava bulutlu ve serindi ancak sonra hava açtı ve gelene kadar – Quebec şehrinde yarım gün hariç – bir daha kapamadı. Oraların “Indian Summer” bizim de “Pastırma Yazı” dediğimiz havada dolaştık hep. Dolaştığımız yerler hep ormanlık ve bu ormanların çoğunluğu Kanada’nın simgesi de olan “maple” (akçaağaç) ağacından. Bunların yaprakları bu mevsimde kızarmaya başlıyorlar ve harika bir görünüm arzediyorlar. Biz seyahate başladığımızda kızarmaya başlamışlardı ve biz dönene kadar kızarıkları iyice arttı. Bunlara bakmaktan doaymadık desem yeridir. Bir ara hava sıcaklığı 26 dereceye kadar yükseldi ve kısa kollu gömleklerle bile dolaştık. Tam ayrılacağımız gün hava soğumaya ve bozmaya başladı ki bu durum Kanadalıların hoşuna gitmese de bizim için mahsuru yoktu…
Sağolsun dijital çağ. Bu seyahatte eşimle ben toplam 1800 kadar fotoğraf çekmişiz. Bunlardan bazılarını bu yazıya serpiştirdim.
Kanada’ya gidiş:
Pek çoğunuzun bildiği gibi İstanbul’dan Toronto’ya (yaz ayları da Montreal’e) THY doğrudan uçuyor. Uçuş yaklaşık 10 saat sürüyor ve yolda bol bol film seyretme veya kitap okuma imkanınız oluyor. THY İstanbul’dan öğleden sonra kalkıyor ve Toronto’ya öğleden sonra varıyor. Dolayısıyla o gece ‘jetlag’ olma ihtimaliniz oldukça yüksek. Geç yatmaya gayret edin.
Toronto:
Bu şehir tahminimce bizim memeleketin müteahhitleri tarafından işgal edilmiş J zira şehrin merkezi 30 – 40 katlı gökdelenlerle dolu. Bana New York ve San Fransisco karışımı gibi geldi. Toronto son 20 – 30 yıldır Montreal’den daha önemli bir şehir haline gelmiş zira burada yatırım miktarı oldukça fazla ve bu yüzden emlak fiyatları da almış başını gitmiş. Ayrıca Montreal Quebec eyaletinde ve dediğim gibi ayrılıkçı bir parti çıkmış ve Kanada’dan ayrılalım diye tuturmuş. Her ne kadar son seçimlerde ağır bir yenilgi alsalar da yatırımcıların buradan uzak durmalarına neden olmuş.
Toronto’dan bir görünüm Ontario Eyaleti Parlamento Binası
AGO’nun içindeki merdiven Toronto’da Cumartesi eğlenceleri
Toronto Gardiner Seramik Sanatı müzesinin girişi
Toronto’da görülebilecek yerler arasında AGO (Art Gallery of Toronto), Bata Shoe Museum, ROM (Royal Ontario Museum), Gardener Museum of Ceramic Art, Distillary District, Liberty Village gibi yerleri sayabilirim. Tabiyatıyla bunların dışında pek çok yer var. Ben ama özellikle benim ilgimi çeken üç yerden bahsetmek istiyorum.
Birincisi Distillary District. Burası eskiden bir bira fabrikası imiş ancak şimdi bir “recreational center” haline gelmiş. İçinde sanat galerileri, çeşitli sanat atelyeleri ki içinde mobilya imalathaneleri bile var, cafeler, lokantalar, vs olan çok güzel bir yer.
İkincisi Bloor Street. Burasının batı kısmında Toronto Üniversitesinin fakülteleri, ROM ve Bata Shoe Musem var. Üniversite muhiti olması nedeniyle cıvıl cıvıl çok canlı.
Üçüncüsü ise Queen Street West’te bulunan Liberty Village ve çevresi. Burası Toronto’nun en bohem mahallesi. Tüm sanatçılar, galeriler vs burada. Aslında çok bakımsız ve pis bir muhit ancak talep çok olduğu için çok revaçta olan bir yer. Ev fiyatları çok pahalı. Küçük ve eski bir eve 750 bin Kanada Doları istiyorlar. Bizim son gece kaldığımız Gladstone Hotel bu semtte idi ve otel bile bu havadan nasibini almış. Otelin her odası ayrı bir sanatçı tarafından tasarlanmış onun için hiç biri birbirine benzemiyor. Otelin birinci katında da sanat workshopları, galeriler falan var. Gerisini siz düşünün…
Distillery’deki meydan Bloor Street’ten bir görünüm
Liberty Village’de kaldığımız Gladstone Oteli
Yukarıda saydığım bu üç önemli yerin dışında özellikle üzerinde durmak istediğim bir yer daha var ki o da “Toronto Island Park” ve burası irili ufaklı birçok adadan oluşmuş . Bunlardan bir tanesi de kısaca “Toronto Adası” olarak adlandıracağımız yer. Burası tam şehrin karşısında Ontario gölü üzerinde küçük bir ada. Bu adaya feribotla gidiliyor ve aynı zamanda batı ucunda “Billy Bishop Toronto Şehir Havaalanı” var. Ana karadan bu havaalanına bir tünel yapmışlar ama genel gidiş şekli feribot ile.
Burasının önemine gelince arkadaşımızn kızının düğününün bu adada bulunan “Artscape Gibraltar Point” denilen bir yerde gerçekleşmiş olması. Düğün yapılan mekân eskiden bir okulmuş ancak şimdilerde çeşitli sanatçıların buluştuğu bir yer olarak kullanılıyor. Şanslarına hava da çok güzeldi ve çok şeker, mütevazi fakat o nispette de eğlence ve kutlama açısından zengin bir tören oldu.
Toronto Island’a çalışan feribot
Toronto’da kaldığımız süre içerisinde bir gün sabah araba kiralayıp Niagara Şelalelerini ziyaret ettik.
Niagara on the Lake ve Niagara Şelaleleri:
Niagara Şelaleleri Torontoya yaklaşık 130 km mesafede olduğu için gitmesi gayet kolay. Ancak buraya giderken “Niagara on the Lake” isimli kasabaya uğramadan geçmememizi tembihlediler ve biz de öyle yaptık.
Bu kasaba hakikaten olağanüstü güzel butik bir yer. Ontario Gölü kıyısına kurulmuş olan bu güzel kasabada harika evler, dükkanlar, sanat galerileri ve lokantalar var. Atlı faytonlarla gezinti yapmak mümkün. Ancak bir sorun var ki o da burada oturan ve buraya gelen ziyaretçilerin yaş ortalamasının herhalde 65 in üzerinde olması. Gündüz cıvıl cıvıl olan kasabaya gece Niagara Şelalerinden dönerken yemek yemek için uğradık ve saat daha 21:30 olmasına rağmen ölü bir kasabayla karşılaştık ve o lokantalardan sadece iki tanesi açıktı ve onlar da servisi kapatmışlardı. Biz de şehir dışında başka bir yer bulup akşam yemeğimizi orada yedik.
Nigara şelalelerine gelince: Pek çoğunuz filmlerde veyahut resimlerde bu şelaleleri görmüşsünüzdür. Kısaca Erie Gölünden gelen nehir bu şelaleler ile Ontario Gölüne boşalıyor. Kanada ile Amerika arasında. Ancak ben hayatımda bu kadar suyu bir arada görmedim. Fotğrafları ve filmleri bunu kesinlikle yansıtmıyor. Bildiğim kadarıyla dünyanın en büyük üçüncü şelalesi ve çok etkileyici. Sanırım bir saatlik su akışı ile İstanbul’un bir yıllık su ihtiyacını karşılayabilirsiniz. Burayı gezerken şelalenin meydana getirdiği spray, karaya vuruyor ve bu kısımda yürürken şaesiye kullanmak durumunda kaldık! Netice olarak görülmeye değer bir manzara.
Oraya kadar gitmişken Amerika’ya da geçelim dedik. Sınırdaki pasaport kontrolu biraz sıkıcı. Pasaportlarınızı alıyorlar, bir büroya götürüyorlar ve ahret sualleri ile sizi sorguluyorlar; ancak bir problem olmadan Amerika tarafına geçtik. Amerika tarafı Kanada tarafından çok farklı ve dikkat çekici şekilde daha dağınık ve fakir bir görünümü var. Evet Amerika’ya ilk gidişimiz değildi ama Kanada’dan sonra pek yavan geldi.
Geri dönerken Kanada sınırında, Amerika’nın aksine hiçbir şey sormadan geçirdiler.
Niagara Şelalelerinden görünümler
Niagara on the Lake kasabası
Toronto’dan sonraki ilk durağımız Quebec City’ydi.
Quebec City:
Quebec eyaleti ve Quebec City ile Ontario eyaleti ile Toronto arasında dağlar kadar fark var. Sebebi de – yukarıda söylediğim gibi – Quebec’in Fransa, Ontario’nun Amerika olması. Dolayısıyla Quebec City’nin de Toronto ile hiç bir benzerliği olmaması. Bu da demek oluyor ki Quebec City benim için çok daha güzel. Buranın eski şehri görmeye değer. Çok güzel korumuşlar. Turist kaynıyor. Nereden geliyorlar diye sorarsanız çoğunlukla Amerika’dan. Zira Quebec City, St. Lawrence nehrinin kenarında kurulu ve Amerika’dan kalkan kruvaziyerler her gün binlerce Amerikalı turist getiriyor. (St. Lawrence nehri hakkında aşağıda ayrı bir paragraf bulacaksınız ama şimdi konumuz Quebec).
Quebec City de görülecek yerleren bir de Frontenac şatosu. Çok heybetli bir bina ve şimdi otel olarak kullanılıyor. Arzu edenler Google amcadan detaylı hikayesini okuyabilirler.
Bu şehirde, bu seyahatte yediğimiz en güzel öğle ve akşam yemeklerinden birisini yediğimizi de ilave etmeden geçemeyeceğim. Ne de olsa Fransız mutfağı…
Quebec City Quebec’te savaştan kalma ağaç gövdesi içinde sıkışıp kalmış olan top güllesi.
Frontenac Oteli’nin içinden bir görünüş Frontenac Oteli (Şatosu)
Quebec eski şehirden manzaralar
St. Lawrence (Saint Laurent)Nehri:
Kanada’nın bu bölgesine gidip de St. Lawrence nehrinden bahsetmemek olmaz. Bu nehir, Ontario gölünden çıkıp Kuzeydoğu istikametinde Montreal’e oradan Quebec şehrine ve oradan da genişleyerek Kuzey Atlantik okyanusuna akıyor. Yer yer çok genişliyor ve adeta nehirden çok denize veya göle benziyor. Bilhassa Quebec’den sonra iyice genişlemeye başlıyor ve Tadoussac taraflarında iyice denize dönüşüyor ancak hala St. Lawrence nehri veya su yolu olarak anılıp St. Lawrence körfezine kavuşuyor. Bizim de büyük nehirlerimiz var ancak bununla kıyaslanacak gibi değil. Quebec’te nehrin adasında Orléans adası diye bir ada var ve herhalde bizim Büyükada’dan daha büyük. Karadan adaya köprü yapmışlar. Nehrin büyüklüğünü siz tahmin edin artık.
St.Lawrence Nehri’nin görünüşü St. Lawrence Nehri ve Orleans adasının Montmorency şelalesinden görünüşü
Montmorency Şelaleleri:
Quebec City’den sonra otobüsle bir sonraki durağımız olan La Malbaie’ye hareket ettik ve ilk stopumuz Quebec’in hemen dışında bulunan Montmorency şelalerini ziyaret etmek oldu. Bize söylendiğine göre bu şelale Niagara’dan daha yüksekmiş ancak tabiyatıyla su miktarı çok çok daha az ve Niagara ile kıyas kabul etmez. Gene de görülmeye değer. Alt kısımdan şelalenin üst kısmına isterseniz teleferik isterseniz yürüyerek çıkıyorsunuz ancak biz tabiiki telefereği tercih ettik.
Le Malbaie:
Uzun bir otobüs yolculuğundan sonra saat 15:00 sularında La Malbaie’ye vardık. Burada otele yerleşip başka bir otobüse (sarı okul otobüsü) geçtik, bir şeyler atıştırdık ve Port au Persil denilen ve yine St. Lawrence nehri kıyısında küçük bir koya yerleşmiş olan muhteşem güzel bir köye gittik. Burada gezinip bol bol fotoğraf çektikten sonra tekrar akşamüstü Le malbaie’ye geri döndük ve geceyi orada geçirdik.
Le Malbaie’de görülecek yerlerden bir tanesi de Fairmont Oteli. Bu kocaman ve lüks oteli gezmek gerekiyor. Oldukça etkileyici. Kumar meraklılarına ayrıca bir kumarhanesi de var.
Genel olarak La Malbaie bana pek matah bir yer değil gibi geldi ancak sabahleyin erken kalkıp ara yollarda dolaşınca muhteşem güzel evlerin varlığına şahit oldum. Şehrin merkezi belki pek güzel değil, ancak dediğim gibi biraz keşfetmeye çıkınca çok güzel evlerle ve manzaralarla karşılaşıyorsunuz ve zengin bir kasaba olduğu anlaşılıyor.
La Malbaie’den bir görünüş La Malbaie’de kaldığımız otelin girişi
Port au Persil’den görünümler
La Malbaie’ye giderken Kanada’nın binlerce gölünden bir tanesinden manzara
Ertesi gün seyahatimizin en güzel anlarını geçirdiğimiz Tadoussac kasabasına doğru hareket ettik. Tadoussac, Saguenay nehrinin St. Lawrence nehrine döküldüğü yerin kuzey sahilinde çok güzel bir kasaba. Tadoussac’a varmak için fiyordu feribotla geçmek gerekiyor. Aksi halde kilometrelerce fiyordun güney kıyısını takip edip ilerideki Saguenay şehrine varmak Saguenay nehrini köprü ile geçmek ve tekrar onca yolu geri dönmek gerekiyor ki bu da herhalde en az yarım günden fazla alıyordur. Her ne kadar oldukça kuzeydeysek de burası daha kuzeye bağlanan ana karayolun geçtiği bir yer ve kamyon trafiği oldukça fazla. O dev Amerikan kamyonları feribotun devamlı müşterileri arasında.
Burada Tadoussac otelinde kaldık. Bu otel iki katlı, muhteşem manzarası olan ve çok rahat bir otel. Buralara giderseniz şiddetle tavsiye edilir. Kasaba o kadar büyük değil ama diğer küçük Kanada kasabaları gibi tertipli, temiz ve düzenli. İyi yemek yiyeceğiniz bir kaç yer var. Ayrıca etrafı ormanlık bir alan ve ormanda gezmek isterseniz bol bol imkân var.
Hotel Tadoussac’ın denizden görünüşü Tadoussac’ın havadan görünüşü
Tadoussac Limanından bir görünüş Tadoussac’ın şirin cafélerinden biri
Tadoussac’a gelenlerin yapması gereken ve yaptığı en büyük aktivite balina gözlemlemek. Biz de öyle yaptık, hem de iki gün üst üste. Birinci gün Zodiac botlara binerek ve ikinci gün ise büyük gemi ile. Balinalar St. Lawrence körfezine ve daha güneye gelerek bu nehir ile Saguenay nehrinin birleştiği yere yemlenmeye geliyorlarmış. Bunun sebebi ise Saguenay nehri tatlı, St. Lawrence nehri ise buralarda tuzlu ve birbirleribe karışıyorlar ve besin açısından zengin bir ortam sağlıyorlarmış.
Evet dediğim gibi ilk gün Zodiac botlarla balina gözetleme turuna çıktık. Ancak bu botlara binmeden önce ıslanmayasınız diye üstünüze giymeniz için su geçirmez tulum ve anoraklar veriyorlar. Ancak bunların bazıları işe yaradı, bazıları yaramadı. Zira benim giydiğim elbiseler su geçirmese de bazı arkadaşlarımızın tulumları su geçirdi ve pantalonları da ıslandı. Ayrıca bazı anorakların kapişonları vardı bazılarının ise yoktu, bunları verirken size bunu hatırlatmıyorlar ve kapişon ihtiyacı belirince ise geç kalmış oluyorsunuz. Niye ıslandınız diye sorarsanız, efendim, Zodiac’lar çok hızlı gidiyorlar ve çok fazla spray saçıyorlar ve rüzgarla bütün spray üstünüze geliyor. Açıkta oturduğunuzu hatırlatmama gerek yok herhalde.
Balina gözlemine gelince: harika bir olay. Oralarda dört çeşit balina oluyormuş: Minky’ler, Beyaz Beluga’lar, Mavi balinalar ve dördüncüsü de kambur balinalar. Bizim gözlemlediğimiz genellikle Minky’lerdi. Bunların kafasını ve kuyruğunu görmüyorsunuz sadece sırtını görebiliyorsunuz. Beluga’lar da öyle. Ama Mavi balinalar dalarken kuyruklarını da çıkarıyorlar ve bu muhteşem bir manzara. Şansımız yaver gitti ve ilk gün bir Mavi Balinayı izleme imkânımız oldu. İkinci gün ise gemi ile dolaşırken açıklar sisli idi ve oralarda balina göremedik ancak kıyıya yakın yerlerde Minky ve Beluga’ları gördük. Ayrıca bir de foklar var ve onları hem karada hem de denizde görebildik.
En büyük hayvan olarak hayvanat bahçesinde fil görmüş bir kişi olarak balinaların büyüklüğü karşısında olağanüstü bir hayranlık duydum. Hem cesametleri hem de zerafetleri hakikaten büyülüyücü. Yüzme süratleri de olağanüstü. Aynı balina kâh orada kâh burada. Hem de akıllılar. İkinci gün gemiden bir Minky’nin bir balık sürüsünü nasıl çevirip afiyetle yediğini görme imkânımız oldu. Nasıl gördük derseniz, balık sürüsü yüzeye yakındı ve Minky onları çevirirken sırtı suyun yüzeyini dalgalandırıyordu. Hareketlerini göremezseniz de suyun hareketlerinden ne yaptığını anlayabiliyordunuz.
Minky Balinaları
Mavi balina’nın kuyruğu Kayalıklarda güneşlenen foklar
Balina gözlemeye çıkılan Zodiac botlardan bir tanesi
Tadoussac’taki ikinci günümüzde sabah gemiyle balina gezisi yaptıktan sonra, akşamüstü, bir grup arkadaş, gölden kalkan deniz uçağı ile hava turu attık. Uçak Tadoussac’ın 20 km kuzeyinde küçük bir gölden kalkıyor, St. Lawrence nehri, Tadoussac, Saguenay fiyordu, ormanlar ve göllerin üzerinden dolaşarak aynı göle iniyor. Tur yaklaşık 35 dakika sürüyor ve eğer hava da biz de olduğu gibi şahane ise bu uçuş da şahane oluyor. Herkese tavsiye edilir.
Uçtuğumuz deniz uçağı
Tadoussac’ta bize en ilginç gelen olaylardan birisi de denizdeki med-cezir veya yeni tabiriyle gel-git olayı. Bizim denizlerimizde bu olay herhalde ancak 5 – 10 cm olur ki onu da gözlemlemek biraz zordur. Halbuki bu coğrafyada deniz neredeyse 4 metreye kadar yükselip alçalıyor. Aşağıdaki iki fotoğraftan sol taraftakinde iskeleden su seviyesinin ne kadar alçalıp yükseldiğini, sağdaki fotoğtafta ise denizin ne kadar çekildiğini görmeniz mümkün.
İskeledeki su seviyesi izleri Denizin çekilmiş hali
Tadoussac – Montreal:
Tadussac’taki ikinci gecemizden sonra ertesi gün otobüsle Montreal’e hareket ettik. Seyahatimizin en zor kısmı buydu zira küçük bir midibüsle yaklaşık dokuz saat seyahat yaptık ve bu bizleri çok yordu. Benim tavsiyem, otobüsle Quebec şehrine gelmek ve oradan Montreal trenine binmek. Neyse kakara kikiri, söylene möylene Montreal’e geldik.
Bu şehir hakkında pek fazla bir şey söyleyemeyeceğim zira her ne kadar iki gece kaldıysak da ilk gün akşam üzeri geldik ve şöyle bir şehir turu yaptık, ikinci gün ise 1976 yılından beri orada yaşayan benim üniversiteden bir sınıf arkadaşım eşimle beni aldı ve Montreal’in 110 km dışında yaşadığı kasabaya götürdü ve o tarafları gezdik.
Montreal hakkında söyleyeceğim, büyük bir metropol, ve her metropol gibi kendine özgü problemleri olduğu. Gördüğüm kadarıyla bana pek hitap etmedi. Belki daha fazla gezseydim daha değişik bir düşüncede olabilirdim. Yine de sabah erken kalkıp sokaklarda turlayıp biraz fotoğraf çekme imkânım oldu.
Montreal
Montreal’den sokak manzaraları
Eastman, Magog Gölü ve Çevresi:
Evet arkadaşım Montreal’in 110 km doğusundaki Eastman kasabasında yaşıyor. Orman içinde çok güzel bir ev yapmış kendisine. Ayrıca yakındaki Magog gölü kıyısndaki küçük bir marinada yeri de var ve orada teknesiyle balık avlıyor. Bu çevre dağlık bir arazi ve kayak merkezleri de var. Ayrıca Amerika’ya (New York eyaleti) sınır. Zaten Magog gölünün bir kısmı Amerikan topraklarında. Gezerken, cep telefonlarımız bir ara Amerikan telefonlarına bağlandı ve “Amerika’ya Hoşgeldiniz” mesajları aldık. Anlayın ne kadar yaklaştığımızı.
Eastman ormanlarından manzaralar
Eastman’daki küçük göl
Magog Gölü
Buralarda dolaşırken, Pazar günü olmasınında etkisiyle pek çok motorsiklet grubuna rastladık. Amerika’da olduğu gibi burada da Harley hakim marka. Ayrıca Amerika’da olmayan BRP (Bombardier Recreational Products) markası Can Am modeli “trike” denen üç tekerlekli motorsikletlerden de çok var. Bunun sebebi ise bunları kullanmak için araba ehliyeti yeterli oluyormuş ve vergisi de azmış. Her ne kadar fiyatları pahalı olsa da çok tutulan bir araç.
Bir Harley’ci grubu….
Montreal – Toronto tren yolculuğu ve Ottawa şehri:
Evet sondan bir gün önce Montreal’den Toronto’ya tren ile geldik. Yolda Ottawa’da aktarma yaptık ve yaklaşık iki saatlik bir molamız vardı ve Ottawa şehrini şöyle bir görme imkânımız oldu.
Ottawa’da parlamento binası ve çevresini şöyle bir gezip biraz fikir sahibi olabildik. Parlamento binasından Outaouais nehrini seyrettik. Ottawa’nın ortasından Outaouais nehri geçiyor ve bu nehir doğuda St. Lawrence nehrine dökülüyor. İşin enteresan kısmı bu nehrin kuzey yakasının Quebec, güney yakasının ise Ontario eyaleti olması. Ottawa’da Ontario eyaleti sınırları içinde.
Ottawa’da parlamento binası Ottawa’daki Outaouais nehri
Sonuç:
Kanada’ya yapmış olduğumuz bu iki haftalık gezi herşeyiyle değdi doğrusu. Bilhassa havanın güzel olması (bizim “Pastırma Yazı”, onların “Indian Summer” dedikleri durum) bu geziyi unutulmaz kıldı. Bu ülkede yaşanır mı? Gördüğüm yerlerde evet yaşanır. Toprakları geniş, nüfus az, medeniyet var, ve bilhassa kimse kimseye karışmıyor. Ayrıca “entrepreneurship”e en açık ülkelerden biri. Yeterki siz bir iş kurmaya bakın, her türlü destek var. Her ne kadar 2008 krizinden sonra kredi muslukları biraz daratılmış ve kredi verirken eskisi gibi bol davranmasalarda siz bir iş yapabileceğinize ikna edin gerisi kolay. Umarım siz de bir gün gidersiniz….
Kutluk Armaoğlu – Ekim 2014